Forsa. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Forsa - Омер Сейфеддин страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Forsa - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

diye haykırdı.

      Yörük: “Ağır değil, yeni doğdu, beş altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi, “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”

      “Ben sevap falan istemem.”

      “Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslüman’ız, yapma, din kardeşlerine acı…”

      Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan geldiği ciheti göstererek:

      “Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf…” dedi ama Yörük laf anlayacağa benzemiyordu.

      “Zarar yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.”

      Derviş Hasan hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslüman’a, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yörük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değildiler. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler. Tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine kattılar. Derviş Hasan sırtına, beline, uyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersemleşti hatta “Eyvallah…” bile diyemeyerek nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah’ın şüphesiz artık “istenildiği gibi” değil “istediği gibi” vermek en haklı hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yörük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, “ ‘İstediği gibi veren’den bir daha bir şey istemeye tövbe, tövbe, tövbe!” diyordu.

      TESELLİ

Eski Kahramanlar

      Batıdan gelen büyük düz yolun ta ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüda, yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipahiler yüksek beyaz duvarlara, geçici bir gölge kâbusu hâlinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek siliniveriyorlardı.

***

      Bu türbede yatan ölü Erzurum Kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihaniki bir huzu ile “salatüselam” çekerek beklediği, geç kalan Azrail’di. İşte tam otuz gün… Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kâhyasını çağırırdı:

      “Fazıl!”

      “Efendim.”

      “Bir gelen mi var?”

      “Hayır efendim.”

      ....

      Sadık genç araladığı kapıyı çekince yine birden kararan sanduka sükûnu içinde İskender Paşa galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vakıa korkak bir adam değildi. Ama muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek… Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek ya boğulacaktı! Düşündükçe ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar gibi olurdu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi; gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş… İskender Paşa’nın yerde sürünen ölüsü!

      Titrer, gözlerini ovuşturur, yine salatüselamlarını çekmeye başlardı. Yakın akıbetinin bu uzvi hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetli idi ki çocukluğunun saf muhayyilesini süsleyen cennet bahçelerini, huri gılman alaylarını, tuba ağacını, sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile… Zihni durmuştu. Sinirleri, beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen sedirin üstüne uzanıp dalınca korkunç, muazzep rüyalarla uyanırdı. “Ölümünden sonra”sı havsalasına sığamıyor, adem tasavvuru gibi birdenbire kararıyordu. En büyük hakikat işte gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet, hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın Süleyman’ı Türk bayrağını Viyana surlarına doğru dalgalandırırken, er meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar derebeyleri en asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu. Şahın oğlu İsmail Mirza hile ile Erciş’e girmiş, kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı İbrahim’in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış, “vire” ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe çekilip gideceklerdi. Hâlbuki İsmail Mirza haini daha kalenin kapılarından çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar hepsini doğramış, bir tek cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken o, acemi bir asker dalgınlığıyla aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdar kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar beyleri şehit düşmüştü. Biga Sancak Beyi Mahmut Bey gibi zarif, kıymettar, şair bir adamla sağ sol cenah ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de… Kendi, nasılsa kurtulmuştu! Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı… Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!

      İskender Paşa, yine ayak sesleri işitti:

      “Fazıl!”

      “Efendim.”

      “Bir gelen mi var?”

      Kâhya kapının aralığından cevap verdi:

      “Birkaç zabit gelmiş efendim.”

      “Defterdara gönder. Onunla konuşsunlar.”

      “Başüstüne efendim.”

      ....

      Bir aydır her şeyi defterdarına bırakmış, “Bizim artık dünya gailesi ile uğraşacak vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır.” demişti. Hâlbuki bozuk ordunun erzakını, intizamını, zapturaptını temin edemeyen defterdar yine ara sıra zabitleri kumandana yollamaya mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini, tıpkı kendisi gibi sarih bir ümitsizlikle bekleyen, kapı halkı artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının çaresine düşmüştü. İçinde

Скачать книгу