Forsa. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Forsa - Омер Сейфеддин страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Forsa - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

ki tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta, öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassa topuzu sedirin üstüne bıraktırdı.

      Kâhyasına: “Fazıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz.” dedi. Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kâhyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki cansız İskender Paşa ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, erguvani bir hilat… Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin başparmağıyla namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun ta nihayetinde yarım batmış güneş tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı. Bu ulvi kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu; bu ordu, mert Turan’ın ortasındaki şımarık İran’a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de -onlarla beraber kendisi de- şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı!

      ÇAKMAK

      “Ulan İboş, sen be!”

      “Vay Mıstık, sen ha?”

      “Ben ya…”

      ....

      İki hemşehri hemen kucaklaştılar. Makedonya’dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleye inleye akan çakıllı dereciğin başında böyle karşı karşıya gelmek, onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terk ettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Yılın her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan’a geçerler; at, katır, eşek alır; kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan’dan zahire taşırlardı. Vakıa hiç ortaklık etmemişlerdi ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz, canlı birer mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:

      “Ne yapıyorsun bakalım?”

      “Hiç…”

      “Burada ne arıyorsun?”

      “Hiç. Geçiyorum. Ee sen?”

      “Ben de.”

      “Nereye gidiyorsun?”

      “Daha belli değil. Sen nereye?”

      “Benim de belli değil.”

      “Ne vakitten beri buradasın?”

      “Bir ay var…”

      “Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım!”

      ....

      İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşaklarıydı. Anadolu’da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için toprağa, zanaat sahibi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üç yüz kâr bırakacak bir ticaret yeri…

      İboş:

      “Gözünü sevdiğimin Rumeli’si…” dedi, “Nerede o günler?”

      Mıstık başını salladı:

      “Nerede?.. Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burada on kuruş gündelikle eşek gibi çalış…”

      …

      Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gölgeliklerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt kumlu bir çölü andırıyordu.

      “Çökelim şuraya, be can…”

      “Çökelim be…”

      Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:

      “Ah, nerede bizim Mesta?” dedi. Sonra Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz, insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor; yanaklarından kan damlarken, Anadolu’ya geldi geleli hastalıktan baş kaldıramadığını söylüyordu. Sulardan sonra sırasıyla havadan, yollardan, şimendiferlerden, dağlardan, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. İboş büyük kırmızı kuşağından meşin bir kese çekti. Dar poturunun yamanmış bir yırtığa benzeyen cebinden nikel bir çakmak çıkardı. Kirden rengi belli olmayan bir keseyi Mıstık’a uzattı:

      “Yap bakalım bir sigara…”

      Mıstık keseyi daha açmadan zayıf, tıraşı uzamış, pis suratını fena hâlde ekşiterek:

      “Tütün değil mübarek, tezek!” dedi.

      “Ah bizim tütünler!”

      “Dilber saçı sanırdın…”

      “Tutam tutam sırmaydı…”

      ....

      Sigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, rejinin, kaçakçıların aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyade Anadolu’nun ahlakından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikâyet ediyorlardı.

      Mıstık:

      “Tövbe! Tövbe!” dedi, “Hele yalan yere yemin etmeleri…”

      “Evet, bu en fena tabiatları…”

      “Bir gün yer yarılacak, vallahi hepsi batacak…”

      “Batacak, batacak…”

      “Batacak!”

      Tutulacak işleri, hükûmetin himayesini, muhacirlik imtiyazlarını konuştular… Belki bir saatten ziyade… Beğenmedikleri tütünden, birbiri arkasına, onar sigara içmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı. Eğildi, üstünde oturdukları çimenleri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını çattı. Yumruklarını böğrüne dayadı. Çok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık’a baktı:

      …

      “Ne var?”

      “Ver diyorum.”

      “Ne istiyorsun?”

      “Bilmiyor musun?”

      “Yooo…k!”

Скачать книгу