Hatıralar. Ebubekir Hâzim Tepeyran

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 25

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran

Скачать книгу

sürü sürü kapıdan çıktılar, gittiler!”

      “Mademki…” dedim. “Sizin derviş, tahta bitlerini yumurta ile evden sürüp çıkarıyor; bu çok kıymetli sanatına bizim memlekette devam etse pek zengin olurdu.”

      “Öyle ama efendim, bu adam zengin olmak istemez. Ben bir lirayı bile kendisine zorla kabul ettirebildim. O arzu etse altın da yapar elmas da…”

      Bu sözler, kaymakamın aklındaki yufkalığı büsbütün meydana çıkardığı için, zavallı Sivrihisar’ın bu kadar uzun bir müddetten beri bu derece cahil ve hatta bunak bir adam tarafından idare edilmek belasını bir an evvel sona erdirmek kararıyla sustum.

      Sivrihisar’dan başka kim bilir daha hangi bahtsız kazalarda kaymakamlık etmiş olan bu eski kölenin garip, gülünç hâlleri bunlardan ibaret değildi. Fakat bu kadarını yazmak azabıyla kalacağım. Çünkü o, çoktan ölmüş, çürümüş ve onu bu makama çıkaran devir, tarihin dipsiz mezarına gömülmüştür.

      İzmir’e dönünce ilk söz olarak bu kaymakamı ve marifetlerini Vali Paşa’ya anlattım. Bataklık hakkındaki sözlerine güldü. Belki de eski bir paşanın kölesini incitmeyi paşalık şanına uygun bulmadığı için onun derhâl Sivrihisar’dan kaldırtılacağı yolundaki ümidim boşa çıktı. Kaymakama şöyle bir mektup yazmakla kaldım:

      “Devir suretiyle yakında oralara geleceğimden, hükûmet konağının yanı başında meydana gelmesine imkân verdiğiniz teessüf ve hayretle haber alınan bataklığın tamamıyla kurutulmamış olduğunu görürsem; bu hâlin azliniz için kâfi bir sebep teşkil edeceği ihtar olunur. ”

      Jandarma Mahmut’tan, eski bir dost gibi ayrıldım. Sivrihisar’dan döneceğim sabah Mahmut:

      “Bey!” dedi. “Ben çok bey gördüm; büyük küçük birçok memurlar tanıdım. Çünkü çok gezdim ve hayli yaşadım. Senin gibi bir köylü ile bir jandarma ile ahbapcasına görüşen, konuşan alçak gönüllü bir memura rastlamadım. Allah gönlüne göre versin.”

      “Benden hoşlandığın anlaşılıyor.” dedim. “Hoşuna gitmeyen bir hâlim yok mu?”

      “Var.”

      “Nedir?”

      “Bazen yalnız kalınca gezinerek ıslıkla hava çalıyorsun; bu senin gibi bir beye yakışmaz, terk et…”

      “Peki, bundan sonra çalmam.”

      Jandarma Mahmut’a verdiğim sözü tamamıyla yerine getiremedim. Şimdi bile bazen yazmaktan, okumaktan yorularak odamda, bahçemde gezinirken yine ıslık çaldığım olur ve derhâl Mahmut’un tavsiyesini hatırlayarak vazgeçerim.

      Jandarma Mahmut’a, İzmir’deki, jandarma alayının kumandanı vasıtasıyla iyi bir gözlük göndermiş ve ondan teşekkürlü, dualı bir mektup almıştım.

      Bir Hukuk Meselesinin Halli – Nafia Nezaretine

      İzmir’de Mektupçu Kalemi Mümeyyizi iken Urla ve Sivrihisar kazalarına aşar satmak için gitmiştim. Dönüşümde Vali Abdurrahman Paşa’nın yüzünü pek bozuk buldum.

      “Efendimizi neşesiz görüyorum.” dedim. “Başınız mı ağrıyor?”

      “Hayır.” dedi. “Çok şükür vücutça hiçbir rahatsızlığım yok; fakat son derecede canım sıkılıyor.”

      “Niçin?”

      “Bir hafta evvel Belediye Meclisinin bir kararını getirdiler: Birinci Kordon’dan ikincisine bir yol açmaya lüzum görmüşler. İdare Meclisine havale ettim; bu meclis de belediyenin kararına uyduğundan, “mucibince” dedim. Belediye, derhâl işe başladı. Şirketin direktörü Kifre, Nafia Nezaretine şikâyet etmiş. Nazır Mahmut Celaleddin Paşa’dan aldığım telgrafta şirketin doldurduğu arazinin kendisine ait bulundukça, orada belediye kanunlarının hükmünün yürüyemeyeceği şirketin mukavelesinde açıkça yazılı olduğundan; belediyede başlanılan işin bırakılması lüzumu bildirildi. Bu iki meclisin kararını “mucibince” diyerek ben de kabul etmiş olduğum için şu izine geri dönme mecburiyetinden üzüldüm. Belediye Reisi olacak hımbılı çağırtarak, lüzumundan fazla haşladım. Bütün İdare Meclisi azasına da söylemedik söz bırakmadım. Fakat kızgınlığım ve üzüntüm bir türlü geçmiyor.”

      “Nafia Nazırı’nın telgrafı belediyeye tebliğ buyuruldu mu?”

      “Üstüne hiçbir şey yazmadan reise gönderdim. Çünkü bu iş ilerledikçe bizim hezimetin ağırlığı artacak.”

      “Müsaade buyurursanız…” dedim. “Bu evrakın dosyasını belediyeden getirterek bir kere de bendeniz tetkik edeyim.”

      Paşa ümitsiz bir tavırla:

      “İşte uğursuz dosya, alay eder gibi karşımda; tetkik için hazine avukatı almıştı. Şimdi getirdi ve bir şey yapmak imkânı olmadığını söyleyerek defoldu, gitti. Bununla beraber bir kere de siz okuyunuz. Fazla tetkikten bir zarar gelmez. Yerin krokisi ve şirketin mukavelesi, şartnamesi filan da, bu zarftadır…”

      Dosyayı aldım. Evrakı yine dikkatle okudum: Bunlardan anlaşıldığına göre şirket, denizden doldurduğu sahada rıhtım yaptıktan sonra arsaları parça parça ve metresi kırk kuruştan satmaya başlamış; gördüğü rağbetten istifade ederek kırk kuruşa sattığını elliye alıp seksen kuruşa, seksene aldığını yüz kuruşa ve bu suretle bazı yerlerde bir metresini on dört liraya kadar satmıştı. Binaenaleyh belediyenin yol açmak istediği arsa birkaç defa şirketin imtiyazlı malı olmaktan çıkmış, şahısların malı olarak belediye hükümlerine tabi bir hâle geldikten sonra tekrar satın alma yoluyla şirkete geçmişti. Yani bu arazi, artık şirketin imtiyazlı malı değil, sadece şahıslardan satın aldığı bir maldı. Arsanın imtiyazlı mahiyeti kalmamıştı. Burada, Kastamonu’daki Mecelle [Medeni Kanun] hocalığım imdadıma yetişti:

      “Bir şeyde sebeb-i temellükün tebeddülü o şeyin tebeddülü makamına kaimdir.” yolundaki fıkıh kuralını hatırlayarak davayı kazanacağımızı anladım. Ertesi sabah dosyayı ve Mecelle’yi alarak erkenden hükûmet konağına gittim. Paşa, vilayet makamına bitişik olan harem dairesinden henüz çıkmamıştı. Haber verdirdim. Biraz sonra “Hayrola?” diyerek kapıdan girdi. O gece hiç uyumamış. Kendisine vaziyeti anlatmaya çalıştım. Fakat mesele fıkıh kuralına gelince bu noktayı evvela kavrayamadı. O zaman kuralın çıktığı rivayet olunan şu hikâyeyi naklettim:

      Hazreti Peygamber, galiba damadı Osman ile Medine sokaklarından birinden geçerken, önüne bir adam çıkarak oradaki evini şereflendirmelerini rica etmiş. Pek mütevazı olan peygamber, adamcağızın evine girmiş ve Osman da kendisini takip etmiş. Ev sahibi fazlasıyla sevinerek büyük misafirlerine hurma takdim etmiş. Peygamber hemen yediği hâlde, Osman’ın evvela durakladığını farketmiş ve sonradan sormuş:

      “Ya Osman, ev sahibinin ikramını kabulde neden tereddüt ettin?”

      “Tereddüt ettimse de, sizin yediğinizi görerek ben de yedim. Tereddüdümün sebebi, bu adamın dilenci olduğunu bilmemdir. Şeriatımızda muhtaç olmayanların sadaka yemesinin haram olduğunu ve bu hurmaların o adama sadaka olarak verildiğini

Скачать книгу