Hatıralar. Ebubekir Hâzim Tepeyran

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 22

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran

Скачать книгу

annem bile açamaz ve içindekileri okuyamaz…”

      Israrlı ricası üzerine, içinde okumadığım beş altı satırlık Fransızca bir yazıdan başka bir şey bulunmayan bu güzel albüme şu satırları yazdım:

      “Şu andaki hislerimin bu sayfada tasvirine memur oldum. Büyük hürmete layık, hassas bir kalbin ilham ettiği bu emri derhâl yerine getirmek için hislerimi ve fikirlerimi yokladım. Yazık ki onları tasvir edebilsem bile o kudreti, kullanamayacağım kadar başka türlü buldum. Ara sıra pek latif bir yaratığın ellerini öpmek şerefini kazanacak olan bu albüme şu andaki düşüncelerimi yazmak, hiç çekinmeden, okşanıp koklanacak bir çiçek demeti arasına zehirli iğneler gizlemeye benzer. Susmalıyım. Hislerim henüz taşma hâline gelmemiş yanardağ lavları gibi dimağımda, bilinmezlik içerisinde kaynasın.

      13 Teşrinisani 1306 (Kasım 1890)”

      İki tercüman, benim karşılıklarını söyleyerek yardım etmemle beraber, bunu Fransızcaya kolayca çeviremediler. Matmazel Suhetin, yüzünde uçuşan renklerden belli bir heyecanla tercümeyi okudu, Türkçesini ayrı ayrı iki tercümana ve bana okuttu. Tercümeyi inceleyip düzelttirerek albümdeki aslının altına bizzat yazdıracağını söyledi. Benim davetim lazımken o beni dansa davet etti. Bilmediğime inanmadı. Fakat bilmediğim kendi hesabıma çok isabetli oldu.

      Hafta içinde bu ziyaretin, “hazım ziyafeti” için konsolosluğa gidince, anası ve babası gibi matmazel de beni daha samimi kabul etti ve bana, Rus gelinlerinin millî kıyafetleriyle çektirdiği renkli bir resmini gösterdi.

      “Bu resim aslı kadar güzel renklendirilmiş.” dedim.

      Yavaşça:

      “Bunu size hediye edeceğim…” diye cevap verdi.

      Ben, pek kıymetli bir yadigâr olacağını söyleyerek teşekkür edince biraz kızarır gibi oldu. Kalyas, bu zeki Rum, belli belirsiz gülümsedi.

      Kısa bir müddet sonra Kastamonu’ya dönüyordum. Veda için ertesi gün konsolosluğa geleceğimi söylemek ve evvelce Sinop’ta çektirdiğim fotoğrafı takdim etmek için Kalyas Efendi’yi Mösyö Suhetin’e gönderdim. Gelince, matmazelin de orada bulunduğunu ve dönüş sözünü duyar duymaz resime bakmadan salondan çıktığını söyledi.

      Ben gittiğim zaman ise matmazel hiç görünmedi, gelin kıyafetli resmini de vermedi. Beni bekâr sanıyordu. Hâlbuki ben o zaman iki çocuk babasıydım; üçüncüsü de son ayını bekliyordu.

      Aslan Vapuru

      Sinop’tan İnebolu yoluyla Kastamonu’ya döneceğim gün limanda üç vapur vardı: Osmanlı, Rus ve Nemçe.

      Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin dostumuz, Rus vapuruyla gidersem her bakımdan daha rahat ve iyi bir seyahat etmem için kaptana tavsiyede bulunacağını söyledi. Fakat limanda bir Osmanlı vapuru dururken bunu hoş görmedim. Daha evvelden bu vapur için bilet aldırdığımı söyleyerek özür diledim.

      Osmanlı vapuru, vaktiyle bir İngiliz gemisi iken hayli yaşlanıp adına yakışan sağlamlığı kaybettikten sonra bize satılmış, “Aslan” ismi verilmiş, daha doğrusu, her tarafını süsleyen madeni aslan resimlerine bakılınca, İngilizce’den tercüme edilmişti.

      İhtiyar Aslan, Sinop Limanı’ndan hareketinden bir iki saat sonra, bilmem neresinde ortaya çıkan arızanın tamiri için, bir buçuk saatten fazla yolundan kalmıştı.

      Birinci kamara salonunda benden kısa boylu ve yaşlıca olan birinci kaptandan başka kimse; kamaralarda ise ısıtma vasıtasına benzer hiçbir şey yoktu.

      Çok şükür hava durgundu; fakat soğuktu. Salondaki soba her tarafından tütüyor, kaptan babanın durmadan içtiği sigara dumanları bulut hâlinde salonu dolduruyordu.

      Onun yarı açık gözlerle uyku ve uyanıklık arasında bir uyuşuklukla esnemekten söz söylemeye vakti olmadığı gibi benim söyleyeceklerimi de anlamaya kabiliyeti kalmadığından:

      “Kaptan Bey, müsaadenizle yatacağım.” dedim ve kamarama girdim.

      O da, benimkinden uzak olmayan kamarasına girdi. Beş on dakika sonra horul horul uyumaya başladı. Pervanenin ve onu bastıran horultunun tesiri uyumamı imkânsız bir hâle koydu. Bu kötü işkencenin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum.

      Birdenbire vapurun pervanesi durdu, makinelerin sesleri kesildi. Kaptanın korkunç hırıltısından başka gürültü kalmadı. Bir iki dakika sonra güvertede ayak sesleri duyulmaya başladı. Bir kibrit yakarak saate baktım. Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olmuştu. İnebolu’ya geldiğimizi zannetmeye imkân yoktu. İkinci bir arıza ihtimaliyle paltomu giyip güverteye çıktım.

      İkinci kamara yolcuları yarı çıplak bir hâlde, telaşla yukarıya çıkıyorlardı. Bu duruşun sebebini birine sordum:

      “Vapurda hamdolsun bir arıza yok.” dedi. Fakat Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olduğu hâlde vapurun gidişine göre bilmem nerede bulunmamız lazımken bulunmuyormuşuz. Birinci, ikinci kaptanlar meydanda yok. Hava bulutlu olduğu için yazıcı, mevki tayin edemeyerek “Acaba karaya mı düşüyoruz?” diye vapuru durdurmuş.

      Yazıcının yanına gittim. Hakikaten, “Sinop’tan hareket edeli beş buçuk saat oldu.” diye hesap ediyordu.

      “Sinop’tan biraz uzaklaşınca vapurdaki bozukluğun düzeltilmesi için bir saatten ziyade durmuştuk. Bunu da hesaba katıyor musunuz?” diye sordum.

      Yazıcı:

      “Hay Allah cezasını versin!” dedi. “Öyle ya, bir buçuk saati hesaptan düşmek lazım!”

      Yazıcı da sarhoştu. Aslan’a biraz daha hızlı gitmesi emri verildi. Bundan sonra uyumak mümkün olmayacağından giyinerek ikinci kamara salonuna gittim. Orada yedi sekiz yolcu vardı. Bunların her biri bu Aslan’la, “Şark” adlı diğer bir vapurda şahit oldukları bu gibi hadiseleri anlattılar.

      İnebolu’ya çıkarken birinci kaptanı bulup veda etmek ve utandırmak niyetiyle geceki olaydan bahsettim; mübarek hiç istifini bozmayarak:

      “Böyle şeyler karada da, denizde de olağandır.” dedi. “Selametle geldik ya, sen ona bak!”

      İZMİR

      İki Memleket Arasında Kırk Sene Evvelki Fark – Kısraklar Kuskun Taktırmazlar, Takılırsa Çifte Atarlar

      İkinci Abdülhamid devrinde uygulanan usule göre, yabancı memleketlerden gelen kitaplar, gümrük ve postanelerden mahalli idarelerine gönderilerek tetkik edilip memleketimize girmesinde mahzur olmadığı resmen bildirilmedikçe sahiplerine verilmezdi.

      Bu usul yüzünden kim bilir hangi meraklı bir zatın itina ile seçerek topladığı dört-beş yüz cilt Fransızca kitabın tetkik olunmak üzere yedi-sekiz sandık içinde Dedeağaç ambarlarında ve hükûmet konağı koridorunda senelerce bekleyerek maalesef nasıl çürüdüğünü sırası gelince anlatacağım.

      İzmir’de bulunduğum esnada (1892) Londra’dan İzmir’deki bir kitapçıya gönderilen İngilizce kitaplardan biri Umur-ı Ecnebiyye Müdürü’nün mütalaası

Скачать книгу