Falaka. Ahmet Rasim

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Falaka - Ahmet Rasim страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Falaka - Ahmet Rasim

Скачать книгу

vardı. Başağa beni indirdi. Bir elimden kendisi, bir elimden de mektep kalfası tuttuğu hâlde yukarıya çıkardılar. Arkamız sıra dershane doluyordu. Doğruca hocanın, hani bizim Hoca Efendi’nin makamına götürdüler.

      Minderim konmuştu. Hocam Şeyhülislam kapısına gittiği kıyafetle, diğer günlere nispetle en gösterişli, en resmî bir şekilde giyinmişti. Mübarek elini öptüm, karşısında diz çöküp oturdum. Başağa, alfabe cüzünü açtı. Hoca bir Besmelei Şerife çektikten sonra tırnakları gül gibi temiz iki parmağı ile tuttuğu kemik hilali üzerine koyarak:

      “Elif.” dedi. Ben de dedim.

      “Bugünlük dersin bu kadar…” demekle birlikte yine o pek gülen gözleriyle bana bakarak elini, çekecekmiş gibi kulağıma değdirdi:

      “Sakın unutma ha! Söyle bakayım dersin ne?”

      “Elif.”

      “Aferin!”

      Şimdi bile Nâbî’ye hak verdim, o gün bu gün hâlâ aferin! Hoca’nın hayır duası pek bereketli imiş. Allah rahmet eylesin!

      Bu esnada Başağa’nın Hoca’nın yanı başına kırmızı bir çıkın bıraktığını gördüm. Diğer iki ağa da derin bir sessizliğe dalmış olan mektebin rahleleri arasında geziniyorlar, kâğıtlara sarılı bir şeyler dağıtılıyordu. Bunlardan biri Başağa’ya fısıldayarak sordu:

      “İlâhicilere kaç?”

      “İlâhicibaşı’ya üç, ötekilere iki… Kalfa’nın çıkını bende, buraya verin.”

      MEKTEPTE İLK GÜNLER

      Cumartesi sabahı uykudan kalkar kalkmaz sütninem odaya damladı. Yüzüm, ellerim, ayaklarım silindi. Gözüm yeni elbiselerimle cüz kesemde idi. Giydirildi, takıldı, fakat gösterişsiz, sade. Elmaslar, nazar takımı, şal mal yoktu. Varsın olmasın. Cüz kesem var olsun! Ne cüz kesesi ama! Hâlâ gözlerimin önündedir: Dikdörtgen, koyu fes rengi, kadifeden. İki tarafı da kalın sırma işlemeli. Yüz tarafının ortasında her gün, bilhassa Âmin Günü yüzlercesini işittiğim, şunun bunun parmaklarıyla göstere göstere yazı şeklini tanıdığım “maşallah”, onun kenarlarından yarım serçe parmağı kalınlığında birçok ışın fırlıyor. Boynumdan ve koltuğumun altından geçirdiğim iki parmak enli klâptan bağı da pırıl pırıl yanıyor. Yine sütninem söyledi:

      “İçi de ipekli kumaş kaplıymış…”

      Artık evvelki kıyafetim, tuvaletim değişmişti. Bende Âmin Günü’nden artma bir sevinç vardı. Bıraksalar mektebe yalnız başıma gidecektim. Yerimde oturamıyor, evin içinde bir aşağı bir yukarı takım taklavat, yeni potinlerimin gacır gucurlarıyla geziniyordum.

      Bir an oldu ki bizim kapının tokmağı tak etti. Yüreğim de beraber hopladı.

      “Haydi mektebe!” diye akseden bir sese evin içinde iki üç ses daha iştirak etti:

      “Haydi mektebe!”

      Koşacaktım fakat, sütninem üstü siyah, içi habeşî eli ile beni tuttu.

      “Hanım’ın elini öpmeden mi gideceksin?” Dışarıya da bağırdı:

      “Geliyor!”

      Ben ilk hızımı kaybetmeksizin annemin odasına daldım. Elini öptüm.

      “Allah akıl, fikir, zihin açıklıkları versin.” diyerek o da beni öptü. Aşağıya indim. Baktım ki sütninem de hazırlanmış. Onun da elini öptüm. Kocaman bir bakır kuruş verdi. Dilfezâ’nınkini de öptüm, kapıdan çıktım ki bizim bevvâb Tahir Ağa. Onun da elini öptüm… Öyle… Öpeceksin! Hatta daha munis, terbiyeli davranmak istersen mektebe varıncaya kadar saçlı sakallı kimi görürsen elini öpecek, dua alacaksın. Çünkü tembih böyle!

      Tahir Ağa’nın yanında beş on yeni arkadaşım da vardı, ben de aralarına karıştım. Yürüdük, mektebe girdik.

      İşte bu binaya tıkılmak acı. Mektep bahçe gibi, meydan gibi bir yer olmalı ki insanın ayrıldığına değsin! Merdivenlere kadar sağlamlığını kaybetmeyen ayaklarım, oradan itibaren gevşedi. Geri geri gitmiyordu fakat ilerlemek de istemiyordu.

      Sözün kısası, hep beraber, imece ile çıktık. Dershaneden girdik ki bizim kalfa Mümin Efendi yerinde oturuyor. Benim, yumuşak ve kabarık, yüzü mavi zemin üzerine iri sarışın allı minderim de yanı başında.

      Bir el öpme daha…

      “Otur!”

      Ne yapacaksın? Oturacaksın. Mindere diz çöktüm.

      “Cüz keseni çıkar!”

      Çıkardım.

      “Dersine çalıştın mı?”

      “Çalıştım.”

      “Oku bakayım.”

      Daha cüzü çıkarmadan:

      “Elif.”

      “O kadar mı?”

      “Hoca Efendi o kadar verdi.”

      “Peki!”

      Mektep yükünü aldıkça gürültü artıyordu. Yüksek sesle “ayn”ı çatlatarak; “E’ûzü”, “sîn” i fırlatarak “Bismillah” çekenlerin, “kaale”nin “kaf” ını gümletenlerin, hızlı hızlı “bab, bat, bac” diye güldür güldür okuyanların, sabah sabah ilk okuyuş uğruna:

      “Kalfa Efendi, Ahmed’e baksana!” diyenlerin, Kalfa’nın çağırması üzerine dersini dinletmeye gelenlerin sesleri yükseliyor, dershane istimini alıyordu. Yeni olduğum için etrafıma serbest serbest bakamıyordum; ama yine gözlerim ilişiyordu. Her okuyan sallanıyordu. Hatta birinin sallanışı bana pek ahenkli geldi. Üstü pöstekili minderine diz çökmüş, iki elini parmakları sık olduğu hâlde çökerttiği dizlerinin üzerine koymuş, önündeki açılır kapanır eski bir rahlenin ortasına koyduğu Mushaf’a gözlerini dikmiş, gövdesi bir dansözün hareketlerinin ölçülülüğü ile bir öne, bir arkaya gidip geliyordu. Daha sonra ben de bu dans hareketini kabul ve taklit eder oldum. Gürültü azdıkça azdı. Hele bir sıraya gelmiş “be iki esre” derslilerin, aynı vaziyet, aynı dans hareketi ile beraber seslerini de ayarlayarak makam ile mesela do perdesinden saldır saldır okuyuşları, üzerinden daha tiz çıkan gunneli, kalkaleli, düz, falso bağırışlardan meydana gelen kulak tırmalayıcı bir şarkı gürültüsü biraz daha yükselmeye yüz tuttuğu sırada idi ki yanı başımdan onlarınkinden daha baskın müthiş bir gürültü, bir patırtı, öd patlatırcasına bir şiddetle aksetti. Kalfa, üzeri parlak, kısa şimşir sopasını önündeki rahleye var kuvvetiyle vurmuş:

      “Susun!” diyordu.

      Bir anda umumî bir sükût çöktü. Meğer tam sırasında vurmuş. Hoca Efendi de o yumuşak hâliyle göründü. Ökçesiz mestlerinin sessiz hareketleriyle bir gezici gölge gibi süzülerek evvelce size tarif ettiğim makamına

Скачать книгу