Falaka. Ahmet Rasim

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Falaka - Ahmet Rasim страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Falaka - Ahmet Rasim

Скачать книгу

bazen sağ eli hafifçe rahleye dokunuyordu. Her dokunuşta da hafız, düzeltme amacıyla başını kendi kendine sarsarak bir anda yine eski hareketine geliyordu.

      Ben, ilk anda, kitapsız okumadan bir şey anlamadım. Sonra sonra birçok benzerini görüp anladım ki o sarışın çocuk Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeye çalışıyormuş!

      O günkü dersini bitirmiş olacak ki kalktı. Bu defa koynundan bir Mushaf çıkardı. Bir şeyler gösterdi. Yine Hoca Efendi’nin elini öptü. Yerine döndü dönmedi, Hoca’nın gözleri de bana döndü. Başıyla çağırdı. Cüz kesesini kapınca seğirttim. Gördüm, tıpkı hafız gibi davrandım. Ama ben onun gibi kitapsız değildim. Cüzümü çıkardım. Cüzün yaprakları bir tarafta, tavus tüyleri bir tarafta:

      “Elif.”

      “Elif.”

      “Be.”

      “Be.”

      Ben zaten evde sütninemden de ağızdan okumuştum, “dal” a kadar biliyordum.

      “Te.”

      “Te.”

      “Se.”

      “Se.”

      “Cim” de durduk. O günlük dersim buydu. Ders bitince Hoca bana dedi ki:

      “Dersin bu kadar… Anladın ya… Annene söyle. Sana bizim mektepteki alfabeler gibi bir alfabe alsın. Bunu cüz kesenle beraber saklarsın; yazık, yırtılır. Haydi, Kalfa’nın da elini öp, doğru eve git, öğle yemeğinden sonra gel!”

      Kalfa, Tahir Ağa… Soluğu evde aldım. Herkeste bir hayret:

      “Niye geldin?”

      “Hoca Efendi söyledi.”

      “Ne söyledi?”

      “Eve git, öğle yemeğinden sonra yine gel…”

      Annem gülmeye başladı. Dedi ki:

      “Misafirlik…”

      Dedim ya, sütninem benim işime karışır. Atıldı:

      “Fakat gözünü aç, misafirlik üç gün sürer. Yaramazlık, haylazlık edersen ayaklarına ‘falaka’yı yersin.”

      BİR ŞAMARIN NETİCESİ EV DEĞİŞTİRME

      Üç gün sırasıyla Hoca’dan ders aldıktan, Kalfa’nın yanı başına oturan o atlas yüzlü yumuşak minderin üzerinde oturup öğle, ikindi paydoslarında bütün çocuklardan bir saat kadar önce eve gittikten sonra dördüncü sabah mektebe geldiğimde minderimi yerinde bulamadım. Kalfa, ta dipte, pencere kenarında bir yer göstererek, biraz sert bir suratla:

      “Artık orada oturacaksın; seni ben çağırırım.” dedi.

      Sanki bu üç gün içinde benim yüzümden bozulmuş olan mektep demokrasisi tekrar yerine geldi. Bununla beraber bu muamele hakkımda hayırlı oldu. Anlatmıştım: Hoca iyi, yumuşak huylu, ama Kalfa biraz sertti. Ben üç gün içinde Hoca’nın kimseye fiske vurduğunu görmediğim gibi bağırıp çağırdığını da duymamıştım. Fakat Kalfa sabahtan akşama kadar çat tokat, pat değnek, kulak çekmek, kulak çekmenin daha insafsızcası olan kulak kıkırdağını tırnaklamak; Hoca’nın – gururunu okşamak için olacak – “Dersini Kalfa’ya dinlet!” diye önünden kaldırıp yolladıklarını bazen bir anda kulaklarından yakalayıp sağlı sollu çekip dururken kuvvetlice şamar indirmek, arada sırada ellerini açtırıp:

      “Aman Kalfa Efendi, bir daha yapmam… Vay! Of!” deyişlerine bakmayarak hüngür hüngür ağlatıncaya kadar dövmek, hatta bir sabah Kur’anı Kerim ezberlemeye çalışan o ince sarıklı, sarışın küçük hafızı, Tahir Ağa’yı çağırarak onun duvardan “Bismillah” diyerek indirdiği falakaya yatırıp çıplak ayaklarına:

      “Sen hem çalışma… Sabah ezberini dinletme, sonra da abdest alma!” diyerek o cilalı şimşir sopadan üç beş tane kaydırmak gibi her biri ayrı ayrı yüreğimi oynatan, beni varlığımdan çıkaran muameleleriyle gözümde bir “korku” kesilmişti.

      Bu muameleleri evde sütnineme anlattıkça:

      Uslu oturursan, yaramazlık etmezsen, dersine çalışırsan Kalfa seni dövmez! diyor, annem hiç duymamış gibi yapıyordu.

      O zamanın çocukluğu, iki cami arasında kalmış bir namazsızın hâline benziyordu. Evdeki azarlara, dövüp sövmelere, çat patlara doyamadın mı, istersen mektepte de çalışma, rahat durma, bir parti de orada yerdin. Yalnız bu iki yer arasındaki ara tehlike bölgesinin dışında bulunuyordu.

      Pencerenin önüne gittiğim hakikaten hayırlı oldu. Çünkü Kalfa’nın yanında, durmadan kitaba bakmak zorunda kalarak pek çok sıkılıyordum. Fakat burada bir iki yoldaş, kafadar vardı. Hele bir tanesi – galiba ismi Feyzi idi – o yaşta güzel sanatlar meraklısı idi. Ben aktarda o kadar ararım, bulamam, o her gün türlü “yapıştırma”, düz, çizgili kamış kalemler, büyük küçük kâğıt tabakaları getirir; bize beşer, onar paraya satardı. Onunla bir günün içinde pek sıkı fıkı olmuştum.

      Günler hadisesiz geçiyordu. Ben artık Hoca’ya gitmeyip Kalfa’dan okuyordum. Evde okuyabilen ancak Dilfezâ vardı. O, akşamları, sabahları bana müzakerecilik ediyordu.

      Bir iki hafta geçti… Ben artık alfabe levhasını bitirmiş, başı “cim” veya “hâ”lı bir sayfaya geçmiş, mektebe alışmıştım. Biraz da zeki ve kavrayışlılardan olduğum için Kalfa dersimi verirken acele ettiğim bile olurdu.

      Ah! Meşin olsun, lastik olsun, topu pek severdim. Onu atıp tutmak, duvara vurup elimin içiyle yine vurarak bir, iki, üç saymak, çelmek; şimdiki futbolcuların övünme sebebi olan “gol” yapmanın ilkel ama güzel bir şekli olan “kale” oyununda “kaymak tutmak”, nişan alıp kaleyi vurmak, “pişti” oyununda ebeye vurulmamak için çeşitli korunma durumları almak, o lastik topu avucumla durmaz dinlenmez bir hâle getirmek, yere hızla vurarak yükseldikçe başıma düşürmek pek çok sevdiğim eğlencelerdendi.

      Bir gün, arkadaşım Feyzi, boynunda sallandırıp duran üstü işlemeli yeşil çizgili cüz kesesinden usulca bir şey çıkarıp derhâl sakladı, beni meraklandırdı. Yalvardım, yakardım; sonunda gösterdi: Kırmızı meşinden küçücük bir top… Ama ne şirin, ne güzel bir top! Yine dilim dilim dikilmiş ama bir renkte, çiğ kırmızılıkta, o kadar güzel görünüşlü idi ki birdenbire gözlerimi aldı. Ver! Kardeşim, yine veririm… Olmaz! Vallah veririm… Kirletirsin… Billah kirletmem! Almak mümkün olmadı. Şimdi olmadı ama bir dalgınlıkla olacak. Bilmem o aralık Hoca mı bağırdı, yoksa Kalfa mı birini dövdü, Feyzi o tarafa dalınca seri bir pençe attım, topu aldım. Fakat ağlamakla karışık ince, keskin bir ses, son derecede yayık:

      “Hoca Efendiiii!” ifadesiyle aksetti. Etmesiyle beraber Kalfa da başımıza dikilmişti. Bana bir şamar; üstelik top da gitti. Hatta yerine oturduğu zaman kalemtıraş ile parça parça edip çocuğun biriyle sokağa attırdı.

      Renkten bir şey kaybetmemiştik. Çünkü şamar

Скачать книгу