Bir Çocuk Aleko. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

hızlı yürümeye başladı. Hava açıktı. Tekerlek ve hayvan izleriyle örtülü yol yine tenha idi. Bir gün gitti. İki gün gitti. Üç gün gitti. Geceleri yine fundalıklarda yatıyor ama eskisi gibi korkmuyordu. Şimdi ruhu çok kuvvetliydi. Aç kalacağını, yine açıkta kalacağını hiç düşünmüyor, milletine yapacağı hizmeti aklına getiriyordu. Yollarda rast geldiği askerlerle tatlı tatlı konuşuyor, Rumlar arasında duyduğu havadislerin hep aksini işitiyordu. İngilizlerin bir adım ileri atma ihtimalleri yoktu. Süngüden hepsinin ödleri kopuyordu. “Daha bir ay tutunamazlar, boyunlarını kırarlar.” deniliyordu. Arıburnu, Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, tahtelbahirleri, tayyareleri, bombaları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki kan kaynıyor, bir an evvel paşanın oturduğu yere erişmek hırsıyla âdeta koşuyordu. Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha kalabalık askerlere rastladı. Karşıda, siyah çalılıkların arasında birçok beyaz çadır görünüyordu. Yürüdü, yürüdü… Tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üzerinde siyah bıyıklı, soluk kabalaklı, iri bir asker oturuyordu. Silahı yoktu.

      Ona, “Paşa burada mı oturur?” diye sordu.

      “Hayır.”

      “Bu çadırlarda kimler var?”

      “Yaralılar, burası hastane.”

      “Paşa nerede oturur?”

      “Ne yapacaksın?”

      Ali ona geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun muharebeye dair olduğunu anlattı. Nefer, “Hangi paşayı istiyorsun? Ben yaralıydım, iyi oldum. Alayıma gidiyorum. Bizim fırka siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya götüreyim.” dedi. Ali buna razı oldu. Artık şose bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerinden yürüdüler. Mekkâri hayvanlarına, küçük cephane arabalarına, hasta sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri duyulmasa muharebe oluyor sanılmayacaktı. Denizin üstü süt gibiydi. Akşama doğru bir çam ormanının içine girdiler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şırıltısı duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta on beş yirmi kadar çadır vardı. Burası, uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu. İnce, ahşap bir köprüyü geçtiler. Nefer, küçük Ali’ye: “Sen burada beni bekle.” dedi. Gitti. İlerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuklarıyla beraber küçük Ali’ye döndü. Elini salladı, “Gel!” diye haykırdı. Ali koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı, iri bir adam onu baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:

      “Hani mektup?”

      “Poturumda dikili.”

      “Ya! Kimden getirdin?”

      “Papazdan!”

      “Bizim paşaya mı?”

      “Hayır, İngiliz paşasına.”

      “İngiliz paşasına mı?”

      Bu adam işi iyice anladıktan sonra, “Gel bunları yavere söyle.” diye onu arkasına taktı. Tek, büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında yatar gibi uzanarak kitap okuyan genç bir zabitin önüne götürdü. Ali, köyünü nasıl bulamadığından, Rumlara nasıl karıştığından, kendini nasıl Rum gibi gösterdiğinden başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine kadar anlattı. Zabit doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birdenbire parlamıştı. Kendi eliyle Ali’nin poturunu söktü. Mektubu çıkardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali ile onu arkasına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı. Küçük bir masanın önünde zayıf bir zabitle oturmuş, sigara içiyordu. Yaver selamladı. Ali’nin söylediklerini kısaca anlattı:

      “Mektup da bu…” dedi. Paşa ehemmiyetle tercümana:

      “Oku bakalım, ne?” diye uzattı.

      Tercüman tıpkı Girit muhacirleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber mektubun ne yazdığını işitti. Papaz, sekiz aydır köyün önünden geçen taburların, topların adedini; Türklerin silahsız ahaliye yaptığı zulümleri, gebe kadınların karınlarını yarıp çocukları, genç kızları kazıklarda ve Rum erkeklerini toplayıp ateşte yaktıklarını uzun uzun söylüyor, “Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için dua ediyoruz.” diyordu. Ali’nin, okunan iftiraları duydukça “Yalan, yalan!” diye haykıracağı geliyordu. Jandarmaların, geçen askerlerin, zabitlerin Rumlara ne kadar muhabbet gösterdiklerini hatırladı. Papaz, mektubun nihayetinde kendini İngiliz generaline takdim ediyor, “Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan yetiştirilmiştir. Her türlü fedakârlığı, hizmeti yapmak için hazırdır. Kendisine emniyet ediniz. Türkçeyi de gayet iyi bilir. Her ne isterseniz yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl nihayetsiz hamiyet olduğunu gösterir.” tavsiyesinde bulunuyordu. Mektup bitince paşa; köye, papaza dair Ali’ye birçok şey daha sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran zabite bakarak yavere emir verdi.

      “Hemen telgrafla bu casusun tutulmasını yazınız. Vakit geçmesin!”

      “Başüstüne!”

      Yaver çıkarken ilave etti, “Bu çocuğa da beş lira mükâfat ver.”

      Fakat Ali zeki bir çocuk serbestliğiyle, “Ben para istemem.” dedi. Paşa ayağa kalktı. Ta gözlerinin içine baktı:

      “Ya ne istersin?..”

      “Hizmet etmek isterim.”

      “Nasıl hizmet? Küçüksün, muharebe edemezsin. Okuyup yazman var mı?”

      “Azıcık okurum.”

      “Seni telefoncuların yanına vereyim. Telefoncu ol.”

      Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, fedakârlık yapmak, başkalarının yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların gürültüleri hâlâ dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin altını deldiğini, bir genç Rum’un üç yüz kişiyle yüz binlerce düşmanı bozup vatanı kurtardığını unutamıyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz mıydı? Rumlarla İngilizlerin parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman tarafına gidip onlara da kendini Rum gösterebileceğini söyledi.

      “Belki bizim taraf için faydalı bir şey görürüm, anlarım. Size haber getiririm.” dedi. Paşa bu fikri çok muvafık buldu. “Bak, biz bunu düşünemedik!” diye hâlâ hiç sesini çıkarmadan oturan zayıf zabite döndü. Gülerek Ali’yi okşadı:

      “Aferin sana!..”

      Yaver, Ali’yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerler verdi. Hava kararıyor, yavaş yavaş her tarafı gölgeler kaplıyordu.

***

      Sabahleyin erkenden yaverle beraber karargâhtan çıktı. O da bir al ata binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver atından atladı.

      “Artık yayan gideceğiz…” dedi.

Скачать книгу