Bir Çocuk Aleko. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

başladı. Hâlbuki Türk paşası böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti. İçinden Gece, Türklerin tarafına gidiyorum, diye atlarım. Bombayı kurar, siperin dibine bırakırım. Kendim kaçarım, dedi. Fakat böyle yaparsa siper uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen İngiliz kumandanına bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali yoktu. Siper başları, büyük karargâhın etrafı hep nöbetçi dolu idi. İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa açık kapının yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorlardı. Ali bütün karargâhı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. Yavaşça yanındaki torbayı kucağına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba kocaman bir kurşun kerpiç gibiydi. Saatin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu. Azıcık itti. Bir parmak kadar… Tekrar geri çekmek istedi. Hayır… Düğme geriye gelmiyordu. Düğmeyi nihayete kadar itip bombayı burada bırakmak aklına geldi. Ama nereye kaçacaktı. Hemen onu tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı bizim paşaya götürüp teslim etse ne fayda hasıl olacaktı? Hiç… Yine İngiliz kumandanının kastı cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti. Dudaklarını ısırdı. İştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki bir haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirdi? Kendi de beraber… Papaz, “Milleti için ölenler daima yaşarlar.” demiyor muydu? Bu sözü yine hayaline getirdiği köyün imamına söyletiyor, içinden, Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil miydi? diyordu. Büyükbabasını, büyükanasını, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Köyünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmanlara güzel bir darbe indirerek kendi de beraber yüzlercesini öldürerek ölmek… Gülümsedi. Bu büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağıyla düğmeyi yavaş yavaş ta nihayete kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işliyordu. Kulağını yaklaştırdı. Tık… Tık… Tık… Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı. Yemek yiyor gibi yaptı. Yarım saat! Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani… Artık yemiyor, düşünüyor, vakti hesap ediyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu.

      Bir tepsinin kızaracağı vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver gördü.

      Tercüman, “Karnın doydu mu oğlum?” diye sordu.

      “Teşekkür ederim. Kumandana bir şey daha söyleyeceğim.

      Demin unutmuşum.”

      “Bana söyle yavrum, yavere söyleyeyim, o haber versin.”

      “Hayır, çok mühim bir şey, ben kendim söylemeliyim…”

      Tercüman, Ali’nin ısrarını yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek Ali’ye baktı. “All right.” diye başını salladı. Bombayı götüreceği için onu çok takdir ediyordu. Yaklaştı. Omzunu okşadı. Ali, bombanın işlediğini duyacak diye korktu.

      “Haydi gel!”

      Tercümanla beraber yandaki kapıdan girdiler. Başı kabak kumandan masanın üstündeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi. Sonra Ali’ye döndü:

      “Ne söyleyeceksin?” dedi.

      “Türklerin tarafına gitmeden evvel, bomba patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza anlatayım.”

      Tercüman, kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu:

      “Bu en dehşetli cehennem makinesidir. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur.”

      “Demek karargâhta ne kadar adam varsa hepsi ölecek?”

      “Hepsi… Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargâhlarına yakınsa onlar da ateş alacaktır.”

      “Ya bomba ateş almazsa?”

      “Mutlaka alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.”

      “Bunda hiç şüphe yoktur ya…”

      “Asla…”

      Ali durdu. Sırtında bombanın tik taklarını daha hızlanmış gibi işitti.

      “Öyle ise kumandana söyle. Ben Rum değilim.”

      Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti:

      “Ya nesin?”

      “Türk’üm!”

      “Türk mü?”

      “Evet Türk…”

      Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. “Türk” lafını işiten kumandan ayağa kalkmıştı. Tercümandan, Ali’nin ne söylediğini öğrenince yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da sararmıştı:

      “Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin!”

      “Beni kurşuna dizemeyeceksiniz.”

      Ali’nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir revolver çıkardı. Bir kasıttan korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu. Tercümana, “Vakit dar, çabuk söyle! O, beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim!” dedi. Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce tekrarlamaya vakit kalmadı!

***

      Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü. Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut zabitleri telefonla kumandanlarına, “İngiliz karargâhlarının bulunduğunu tahmin ettiğimiz yerde emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyarelerimizin eseri değil, bir kaza neticesi olması ihtimali vardır.” diyorlardı. Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir elemle küçük Ali’yi hatırlıyor, sakin erkân-ı harbine, “O gönderdiğimiz çocuktan hâlâ bir haber çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında zavallıya bir şey mi oldu?” diyordu.

      BİRDENBİRE

      “Daha kalkmadın mı Yumuk’um?”

      “Görüyorsun…”

      “Ee, ne vakit kalkacaksın? Saat on bir!”

      “Hiç, hiç kalkmayacağım cicim.”

      “Hasta mısın yoksa?”

      “Bir şeyim yok.”

      “Ee, bu tembellik ne?”

      “Bu yatağa, bu yalnız yatağın lezzetine doyamıyorum ki!”

      “Haydi deli!”

      “Ah bilsen…”

      Kapıdan giren saz benizli, narin

Скачать книгу