Bir Çocuk Aleko. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

andıran solgun eline vurdu.

      “Ama Ahterciğim, sen artık bu lezzete doymuşsundur.” dedi.

      “Niçin doyayım?”

      “Öyle ya, kaç senedir…”

      “Evet, dokuz sene.”

      “Oh, bir hayat, bütün bir hayat!”

      “Evet.”

      “Bıkmadın mı hiç?”

      “Alıştım.”

      Ahter, talihini biraz kendisine benzettiği için Yumuk’u çok severdi. İhtiyar paşa babasının çılgınca muhabbeti içinde lalaların, dadıların kucaklarında şımartıla şımartıla büyütülen bu kızcağız da daha on sekizini doldurmadan abus bir zabite verilmişti. Berlin mekteplerinde tahsilini bitirip tamamıyla Almanlaşan bu adam, ağaçtan, hem de kayın ağacından yapılmış bir manken kadar katı, hissiz, duygusuz, hayalsiz, zevksiz, hasılı tatsız tuzsuz bir şeydi. Zavallı Yumuk’un bir buçuk sene onunla çekmediği kalmadı. O, hayatı tamamıyla romanlardaki gibi bilirdi: Hep aşk! Hep bir aşk etrafında biriken vakaların teakubu… Hâlbuki kocası ona, sevginin lafını bile ettirmiyor, biraz açılacak olsa, “Böyle düşünceler kokotlara yaraşır!” diye susturuyor, ruhunun şevkini daha parlamadan söndürüyordu. İşte hemen hemen altı ay vardı ki boşanmış, artık romanlarına, hülyalarına tekrar kavuşmuştu. Hayalin tadı, acı hakikatlerden sonra ne derin duyulur! Şimdi bütün muhayyilesinin içindeki dikensiz, fırtınasız cihanda yapayalnız, mesut yaşıyor, nihayetsiz tahayyüllere dalarak yatağından çıkmak istemiyordu.

      Ahter, “Sakın sen buna alışma.” dedi.

      “Sen nasıl alıştın?”

      “Benim çocuklarım vardı.”

      “Benim de hülyalarım var.”

      “Hayır, Yumuk, hayır! Hakikat hülyadan şüphesiz daha iyidir!” Genç kadın doğruldu. Yatağında yan yastıklarına dayandı. Aile içinde herkes, bütün dostları ona “Yumuk” derlerdi. Şişman olmadığı hâlde vücudunda, yüzünde, omuzlarında, kollarında, hatta gözlerinde öyle tatlı bir yuvarlaklık vardı ki… Oynak hareketleriyle güzel, hırçın bir Van kedisini andırıyordu.

      “Hakikat, yine birisine varmak mı?”

      “Eğer hülya yalnızlıksa… Evet.”

      “Mümkün değil Ahterciğim!”

      “Demek hep böyle yaşayacaksın!”

      “Evet.”

      “Benim gibi?”

      “Evet.”

      “Daha yirmisinde yoksun. Demek on dokuz, yirmi beş, otuz sene… Ölünceye kadar böyle yapyalnız?”

      “Evet.”

      “Bütün bir hayat!”

      “Yalnız bir şartla bu rahat yalnızlık cennetine veda edebilirim.”

      “O şart ne?”

      “Bir aşk!”

      Ahter güldü. Genç kadının şen gözlerine mahzun mahzun baktı:

      “Heyhat!” dedi, “Öyle müphem bir şey ki…”

      “Niçin?”

      “Daha aşkın ne olduğunu dünyada kimse öğrenememiş.”

      “Kim diyor?”

      “Ben diyorum, Yumuk’um. Senin düşündüğün aşk, bir zümrüdüankadır, ismi var, cismi yok…”

      “Evet, bir zümrüdüanka… Yalnız masal! Şairlerin vehmi! Kim ona inanırsa bedbaht olur.”

      Fakat Yumuk’un aşka büyük bir itikadı vardı. Koltuğunun altına bir yastık çekti. Karyolanın yanındaki küçük dolabın üstünden bağa bir kutu aldı. İçinden bir sigara çıkardı. Ahter’e verdi:

      “Al bakayım şunu.” dedi, “Sana bugün aşkın ne olduğunu öğreteceğim.”

      “Öğret bakayım.”

      Kendi de bir sigara aldı. Yaktılar. İnce, mavi dumanların şeffaf bulutçukları içinde konuşmaya başladılar. Yumuk ne olduğu bilinmeyen, lâkin var olduğuna kimsenin şüphesi olmayan ruha dair ıstılahsız bir tasavvuf konferansına girişti. O söyledikçe Ahter gülümsüyor, “Bunlar hep laf! Hep kelime, hep kelime!..” diyordu. Yumuk’a göre maddi hayat ne olursa olsun “adilik”ten başka bir şey değildi. Asıl hayatın manası ruhtaydı. Ruhu olan yaşıyor demekti. Uzvi hayatın nebattan farkı yoktu. Ruhun varlığı da mutlaka aşkla kaimdi. Uzviyetimiz havasız nasıl yaşayamazsa aşksız ruhun yaşamasına da öyle imkân yoktu. Fakat insanlar aşkın mahiyetini kaybetmişlerdi. Hürmet ettikleri, acıdıkları yahut alıştıkları vücutları “seviyorum” zannediyorlardı. İşte bu yanlış zan aşkın kıymetini düşürüyordu.

      Ahter sordu, “Aşkın doğrusu nasıldır?”

      Yumuk, “Ah anlatabilecek miyim?” diye içini çekti, “Aşk, aşk, hakiki aşk… Bu tamamıyla ruhtan gelir. Ruhta yaşar. Uzviyetle, hayatla filanla hiç alakası yoktur. Öyle bir şey ki yıldırım gibi… Birdenbire!..”

      “Vay, vay, vay…”

      “Evet, birdenbire… Eğer ruhu varsa insan sever. Birdenbire… Sanki deli olur. Hayat, ufuk, gece, gündüz artık hep yüzüncü planda kalır.”

      “Âşık Garip devrinde gibi?”

      “Hemen hemen…”

      Ahter çok yaşamış, çok görmüş, çok duymuş bir kadın tavrıyla sigarasını tablacıkta söndürdü. Tekrar dolabın aynasına akseden sonbaharın semasına bakarak hakiki aşkın ancak “hürmet, temayül, takdir” gibi hislerin tekâsüfünden başka bir şey olmadığını söyledi. Uzun uzadıya yaşanmış bir temayül, derin bir hürmet, samimi bir takdir olmadan aşk doğamazdı.

      “Hele o ‘birdenbire…’ nazariyesi, çok saçma!” dedi.

      “Niçin?”

      “Anlamadan, bilmeden, duymadan, hissetmeden nasıl sevilir?”

      “Birdenbire işte! İlk görüşte, yıldırım gibi.”

      “Saçma, saçma… Birdenbire sevilemez ama…”

      “Ne olur?”

      “Yıllarca devam etmiş hakiki bir aşk ölebilir.”

      “Nasıl?”

      “Tıpkı yılların, mevsimlerin gıdasıyla yetişmiş bir fidana birdenbire indirilmiş bir balta darbesi gibi. Evet, birdenbire sevilemez fakat birdenbire insan soğur. Sevdiğine düşman olur. Ondan

Скачать книгу