Hüseyin Fellah. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hüseyin Fellah - Ахмет Мидхат страница 18

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hüseyin Fellah - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

malumdur. Binaenaleyh denizin ve geminin latif suretlerini, daima nazar-ı dikkatle müşahede edenlerin her şeyden ziyade burada Hacıbaba diye isimlendireceğimiz Arap navisinin kâh Anadolu ve kâh Rumeli sahillerine başvurarak istihkâmları ve tepeleri birer birer selamlamakta olmasını beğenseler hakları vardır.

      Esmekte bulunan hava daima ilk hâliyle esmekte bulunduğundan gemi o gün akşama kadar değil o gece sabaha kadar ancak Çanakkale Boğazı’ndan dışarıya çıkabildi. Sabah namazı için uyanık bulunanlar, Bozcaada’yı sabah namazından sonra görebilmişlerdi. Ancak boğazı çıktıktan sonra batı rüzgârı birkaç kerte kuzeybatıdan gelmeye başladığı gibi şiddetini de gereği gibi arttırdığından Okyanus Şeytanı yavaş yavaş büyümekte olan dalga üzerinden saatte yedi mil süratiyle sekerdi.

      Bu hava ile Midilli’ye kadar vardılar. Bu ada, esmekte olan rüzgâr için siper olduğundan dalgalar küçüldüğü gibi rüzgâr dahi kesilmiş ve gemi saatte iki mil derecesine inmiştir.

      Bu zayiattan kurtulmak için Arap kaptanı Midilli’yi güç bela ile geçtikten sonra öteki tesadüf ettiği adaları hep sağ tarafında bırakarak geçmeye başladı. Gerçi bu manevra ile rüzgâr tarafını daima açık bırakarak süratlice mesafe kateder idiyse de açıla açıla ta Rodos ile Girit Adası arasında bulunan Kaşot Adaları hizasına kadar açılmış olduğundan ve rüzgâr da şiddetini arttırdıkça arttırmakta bulunduğundan geminin ziyadece yalpa etmesi ve herkesi kusturması hacıları şikâyete mecbur etmişti. Fakat Arap kaptan, bu şikâyetleri men edebildi.

      “Ol vagıt Girit Adasın gaşagak, hepsi argadan galagak. Sallanmak ma fiş. Yağ gibi kayagak, bir gun bir gîce yallah Skanderiye!” diye Girit Adası’nı geçtikten sonra rüzgârın pupadan geleceğinden bahisle, sallanmadan bir gün, bir geceye kadar İskenderiye’ye varacakları vaadi ile hepsini temin etti. Şu kadar var ki evdeki pazar çarşıya uymadığından hacılar bir gün bir gece sonra İskenderiye’ye varamadıkları gibi beş on gün, beş on gece sonra başka bir yere vardılar. Şöyle ki…

      Beşinci Kısım

      Okyanus Şeytanı, İstanbul’dan Kaşot Adası önünde bulunan küçük adalara kadar olan mesafeyi ancak altı gün ve yedi gecede katedebilmişti. Yedinci gece, akşamüzeri ay karanlığında hacılar, dalgalanarak fosforlanmakta ve etrafa nurlar saçmakta olan denizi temaşa ile geminin İskenderiye tarafına yönelmesini beklerlerken, bir de tek Latin yelkeni açmış ufarak bir şalopanın6 gerçekten şeytan gibi bir süratle geminin hemen yanı başından geçip gittiğini görünce yürekleri oynamıştı.

      Hacıların yüreklerini oynatan şey şalopa geçerken turna kuşu gibi kabarmış olan dalgaların bunu elma gibi kaldırıp da hemen geminin içine atıverecek zannolunan hareketinden ibaret değildi. O zaman Cezayir dayıları ile Akdeniz’in adalar korsanları, her nevi gemiye büyük zararlar verdiklerinden ve Gelibolu Boğazı’ndan çıktıktan sonra herkes sürekli bu korku ve endişe içinde bulunduklarından, bu kere yüreklerini oynatan şey de işte yine şu deniz hırsızı korkusuydu.

      Bir aralık yolcular “Adam sende! Sünger kayığıdır. Korkacak bir şey yok. Velev ki hırsız olmuş. Koca gemi bir sandaldan da korkacak değil ya!” diye yek diğerini temine başlamışlardı. Fakat kaptan tesadüf ettikleri belanın nasıl bir bela olduğunu derhâl keşfettiğinden taifesini hemen mevcut olan iki topun etrafına topladı ve hacılara da: “Yahu hagılar! Silah başına silah başına!” diye bir kumanda verdi.

      Öteden beri Arap’ın lisanını alay konusu etmekte bulunan bazı zevzekler yine alay etmek istemişlerse de gördükleri bazı alametler artık alaya da mahal bırakmamaktaydı. Bu alametlerin birincisi geminin yanından geçip yarım mil mesafeye kadar ayrılmış olan şalopadan atılan bir havai fişek idi ki bunun “vıjjj” diye bir serv-i âteşin-âsâ bulutlara kadar çıkması İstanbul’da Kadir Geceleri şehrâyinlerinde7 atılan havai fişekler gibi etrafa letafet vermeyip bilakis bu alameti tanıyanların yüreklerini tırmalayarak çıkmıştı. Bunu müteakip üç dört mil kadar uzaktan ve sıkıca bir karanlık içinden bir havai daha havalandı. Bir de top atıldı. İşte bu top herkesin yüreğini sarstı. Aradan beş dakika geçtikten sonra şalopanın içinden bir çanak maytabı yaktılar. O zaman kayık içinde üç dört asker, koca sarıklı ve kolları sıvalı Cezayir dayısı görüldü ki kırmızı bir ziya içinden bunların görünüşü olsa olsa cehennem içinde zebanilerin görünüşüne benzetilebilirdi.

      Bunun üzerine Arap kaptan, hacıların en söz anlayanları yanına gelip batı tarafından doğru tam pupa yelken yıldırım gibi gelmekte bulunan koca bir gemiyi göstererek “İşte düşmanınız bu taraftadır. Bu gemide bizim topu topu iki topumuz var. Onların ise en aşağı sekiz topları vardır. Cenk etmenin ihtimali yoktur. Eğer yalnız şu şalopa olsaydı bir çaresine bakardık. Ben canımı beyhude yere tehlikeye koymamak için gemiyi teslim edeceğim. Yok, eğer siz teslim olmak istemezseniz cenk edebilirsiniz.” hükmünü Arap şivesiyle hacılara anlattı. Bu defa Arap’ı alaya alacak bir kimse bulunamamıştı. Bir kimse bile harbi istemedi. Herkes “Malımızı alırsa alsın, tek bir canımız kalsın, razı oluruz.” dediler. Kaptan, insaniyetten azat ederlerse ona diyeceği olmadığını ve illa yalnız malları değil kendilerinin de esir düşeceklerini fakat cenge kıyam edip de o zaman bir de mağlup dahi olurlarsa işte o zaman canlarından da emin olamayacaklarını anlattı. Can korkusu hacılara esareti dahi göze aldırtmakla hepsi olaylara muntazır8 kaldılar.

      Bu müzakerede kaptanı hiçbir suretle ayıplamaya ve ithama hakkınız yoktur. Gelen geminin büyüklüğünden anlaşıldığına göre sekiz on topa ve kırk elli hırsıza, yalnız iki top ve on kadar tayfa ve bir miktar cenk eden bihaber hacı ile mukabele edilemeyeceği ortadadır. Hatta kaptan mukabeleyi göze almış olsaydı, o zaman yiğit değil mecnun addolunmak lazım gelirdi.

      Ama diyeceksiniz ki kaçsın.

      Buna da imkân yoktu. Zira kendisi henüz borda istikametinden gelen rüzgâr üzerinde bulunup, düşmansa bu rüzgârı pupasına almış olduğu hâlde geldiğinden, kendisi iskele alabanda edip de yelkenleri şişirinceye ve gemi süratini alıncaya kadar üç mil mesafeden işaret kaldıran düşmanın gelip çatacağı apaçık ortadadır. Farz edelim ki arada üç mil mesafe olduğu hâlde firara başlamaya muvaffak olsun. Hırsız gemisi, savaşmak, kaçmak ve kovalamak için yapılmış olduğundan bu üç mil mesafeyi birkaç saatte yediremez mi?

      Velhasıl yolcuların muntazır kaldıkları olaylar, bizim şu mülahazaları ettiğimiz zaman kadar gecikmeden geldi çattı. Yarım milden az bir mesafeye kadar gelip orsa alabanda arma ederek denize demirlenmiş gibi değil, mıhlanmış gibi yerinde kalan haydut gemisi başta, kıçta ve ortada birer çanak maytabı yakarak kendisini hacıların gemisine gösterdi.

      Aslında harp sanatınca, haydut gemisinin bu hareketi uygun olmayıp savaşacak olan bir geminin kendisini mümkün mertebe karanlık içine saklaması lazım gelirse de işbu haydut gemisi önce şalopa tarafından yakılan maytap ışığında yolcu gemisini layığıyla muayene ederek korkulacak bir şey olmadığını görünüşünden anlamış olduğundan bu kere yolcuları korkutmak ve silah kullanmaksızın arzusuna kavuşmak için böyle harekette bulunmuştu.

      Gerçekte ettiği hareket, hacı gemisini korkutmaya kâfi idi. Zira haydut gemisi, hacı gemisini sancak bordası hizasına alıp bu hâlde sancak küpeştesinde dizili olan altı parça topun ağzı gemi tarafına açık bulunduğu gibi iskele tarafında bulunup denizin dalgalanması

Скачать книгу


<p>6</p>

Şalopa: Küçük bir gemi gibi kullanılabilen büyük sandal.

<p>7</p>

Şehrayin: Şehrin donatılmasıyla yapılan umumi eğlence, şenlik, donanma.

<p>8</p>

Muntazır: Bekleyen, gözleyen.