Can Pazarı. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Can Pazarı - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Can Pazarı - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

gür sesleriyle bu avaza katışırlar:

      “Yaşasın… Yaşasın… Yaşasın…”

      Halk, “Ne var? Ne oluyor?” gibilerden birbirine bakışır. Kimse bu ansızın olan coşkunluğun neden ileri geldiğini anlayamaz.

      Yan yana giden iki efendiden biri bu bağıranlardan sorar:

      “Hayır ola evladım, iyi bir şey oldu inşallah!”

      Veysi: “Dün hacının aylığı çıktı. Biz bugün lokantada tıkındık, Agavni’nin elinden birkaç kupa şarap atıştırdık. Bundan daha iyi ne olabilir?”

      Efendi: “Yaşasın diye bağırıyorsunuz da…”

      Muhsin: “Elbette… (Eliyle muhallebici tarafını göstererek) Oradan gelen sese cevap verdik. O ‘Yaşasın!’ diye bağırırken biz ‘Ölsün!’ diyemeyiz ya?”

      Karşı karşıya dükkânlardan iki kuyumcu Ermeni:

      “Karabet Ağa!”

      “Bundayım (buradayım)…”

      “Kırmızı baryağın hazırdır?”

      “He, içerde alesta durayor.”

      “Çek dükkânın önüne…”

      “Ne var ki?”

      “Yine uğurlu bir iş olmuş. ‘Yaşasın!’ bağırorlar.”

      “Türkler için uğurlu olan bize uğursuz gelir, bilmezsin?”

      “Ağzının kaytanını çek, eski vakitler geçti.”

      “…”

      “Sus ol diyorum sana… Luit Corç13 düştüyse artık bizi (bizim) için Yavropa’da (Avrupa’da) bıngır bıngır patırtı edecek kimse kalmadı.”

      İki efendi birbirine:

      “Ah birader, ah…Tarihin dönüm yerindeyiz.”

      Muhsin, bu yanık konuşmayı işiterek: “Duydunuz mu?”

      Ötekiler:

      “Neyi?”

      “Tarihin dönüm yerinde imişiz.”

      Maşuk: “Ne demek o? Ben bu lafı gazetelerde de okuyorum, bir şey anlamıyorum.”

      Muhsin: “Ulan avanak, bilmiyor musun? Sultan Ahmet’teki dönüm yerinde şimdiye kadar kaç tramvay arabası devrildi. Otomobiller hep dönüm yerinde adam çiğner, birbirine çatar. Vapurlar hep Sarayburnu’nda çarpışır, karaya oturur. Yankesiciler hep Karaköy’ün poğaçacı köşesinde iş görürler. Ne bela çıkarsa dönüm yerlerinde çıkar.”

      Maşuk: “Kuyumcuların camekânlarından bahsediyordum, lafımı kestiniz.”

      Muhsin: “Kuyumcu değiliz, elmastan çakmayız. Mücevher alacak paramız yok. Kuyumcu camekânlarıyla ne alışverişimiz olabilir? Bunlar ziynet eşyasıdır, karın doyurmaz.”

      Maşuk: “Karın doyurmaz mı? Vay andavallı… Ulan, kaç yüz zavallı aç bunlara bakıp da içini çekiyor, biliyor musun?”

      Muhsin: “Karnım açken bir pırlanta iğneye ne kadar baksam ağzım sulanmaz. Parasız günlerimde bir döner kebabının önünden geçerken kokusuyla bayılırım. Onun yağlarıyla beraber benim de dudaklarımdan şıpır şıpır salyalar damlar.”

      Veysi: “Tarikat-ı kebabiyeden14 bu yanık Mevlevi’ye benim de ağzım sulanır.”

      Muhsin: “İnsan bir şeye imrenince niçin sulanır?”

      Maşuk: “Lafımı kesme be…”

      Veysi: “Zaten döner kebabının kokuta kokuta sokakta pişirilmesinin hikmeti herkesi imrendirip de yedirmek içindir.”

      Maşuk: “Paraları olup da imrenenler iştahtan depreşen midelerinin isteğini yerine getirirler. Fakat mangiz tutmayanlar?”

      Muhsin: “İçlerini çekip salyalarını yutarak geçerler.”

      Maşuk: “Biliyor musun, sokaktan geçenlerin içinde kaç kişi kebap yiyor? Kaçı salya yutup yürüyor?”

      Muhsin: “Bilmez miyim? Tecrübesini kendimde yapıyorum. Ayın iki gününde kebap yiyebilirsem yirmi sekizinde tükürüğümü yutup geçerim.”

      Maşuk: “Sen yine ayda iki üç defa yiyebiliyormuşsun. Senede iki gün yiyemeyenler var.”

      Muhsin: “Ben, İstanbul’da parasızlıktan hiç otomobile binmemiş, sinema görmemiş kimseler tanırım.”

      Muhsin: “Karpuzu, kavunu ancak süprüntülüklerde kabuk bulup yalamakla tadan sefil çocuklar var.”

      Maşuk: “Şimdi camekânın içinde gördüğünüz şu gerdanlık kaç açın karnını doyurur, insana kaç yüz porsiyon döner, ne kadar kâse sütlaç, keşkül-i fukara, ekmek kadayıfı, baklava yedirir? Kaç Agavni’nin budunu sıktırır? Otomobil ile insanı kaç yüz kilometrelik mesafelere uçurur? Daha neler yaptırır, neler yaptırır…”

      Muhsin: “Evet… Evet… Bu gerdanlıkta insana bu kadar hazlar, zevkler, lezzetler veren bir kuvvet, bir tılsım var.”

      Veysi: “Ne yapalım ki böyle bir gerdanlığı ne anam taktı ne büyükanam… Ne teyzem ne halam… Onlardan bana miras kalmadıktan sonra ben nereden bulacağım? Kuyumcu dükkânı soyacak değiliz a…”

      Maşuk eğilip bir kolunu boynuna doladığı Veysi’nin ta göz bebeklerinin içine bakarak:

      “İcap ederse anam babam…”

      Muhsin: “Ne demek istiyorsun?”

      Maşuk: “Zengin herifin biri bu elması buradan alacak, hoşlandığı bir karının gerdanına takacak.”

      Muhsin: “Ah anam…”

      Maşuk: “Karı kırım kırım kırıtacak… Ötesini anlarsın ya…”

      “Anladık… Ballandırma. Damarlarım şaha kalkıyor.”

      Muhsin: “Sen hoşlandığın karıya ne takarsın ulan?”

      Veysi: “İki sarımsağın ortasına bir kırmızıbiber…”

      Muhsin: “Bu yılbaşında sen aftosa ne taktın?”

      Veysi: “Benimki Rum’dur. Salyangozdan hoşlanır. Onun hediyesi bir sümüklü böcektir.”

      Maşuk: “Zevzeklik ediyorsunuz, bana laf söyletmiyorsunuz.”

      Muhsin: “Ulan deminden beri şaşkın bakkalın tarator

Скачать книгу


<p>13</p>

Luit Corç: David Lloyd George. (e.n.)

<p>14</p>

Tarikat-ı kebabiye: Kebap tarikatı. (e.n.)