Cehennemlik. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

anlamak için davranmaya uğraştı. Çünkü hareketsizlik ölüm işareti idi. Etrafını bir sis kaplamış gibiydi. Her şeyi bulanık görüyordu.

      Bu neye alametti? Bu uyanık kâbustan kurtulmak için birkaç yudum kordiyal içti. Okumak istediği uzun hâl tercümesini bitirememişti. Söz söyleyip söyleyemeyeceğini anlamak merakı ile mırıldayarak “Bu kısa hayatın ne uzun olur derdi… İşte adamcağız ölmüş vesselam… Kerbela hikâyesi gibi bu faciayı ne uzatırsınız böyle?” dedi.

      Durdu. Kordiyalin vereceği geğirme ile bir kısım merakını dışarı boşaltmak için bekledi.

      Gene söylenmeye başladı:

      “Bu gazeteler külli kabahatlerinden başka bir de ölüm tellallığı ederler. Yazdıkları havadislerden bazıları, bir kısım kariler13 üzerinde ne türlü uğursuz tesirler meydana getirebilir, bunu asla düşünmezler. Onlar yalnız her vakayı yağlandırıp ballandırırlar. Sanki bu muharrirlerin, Allah kafalarını taştan, sinirlerini halattan yaratmış. Şu büyük kaybı yazan herif iğne ucu kadar bir acı duymuş olsa yüreğim yanmaz. Ölen kimse iyilik ve kötülük sahibi olsun mutlaka rütbesi derecesinde methedilir. Büyük kimseler son nefeslerine yaklaştıkları zaman konak kapılarının önünü ıskatçılardan evvel gazete muharrirleri sarar. Bu ‘Ziya-i Azim’ başlığı altındaki yanık sözler âdeta hazır birer klişedir. Bu matem satırları, isim, tarih gibi bazı rakamlar ve kelimelerin değiştirilmesiyle her paşanın ölümünde hiç farksız birer ölüm tarihçesi olabilir. Beceriksiz muharrirler bu klişeyi ezberleyecek kadar zekâ eseri gösteremezler. Büyük kimselerden birinin ölümünde gazete koleksiyonlarını karıştırırlar. Ondan evvel ölen vezirin basılmış olan ölüm haberi künyesini bularak, ötesini berisini pek az değiştirerek gazetenin teessür sütununa geçirirler. Bayramlar, kandiller, alaylar, selamlıklar, küşat merasimleri, filanlar hep böyle bayattan tazelenme şeylerdir. Zavallı karilerin bir kısmı okurken bu satırları aynı münasebetle başka zamanda da okumuş olduklarını biraz hatırlarlar. Fakat verilen onluğu israf etmemiş olmak için yine okumak inadında bulunurlar. Zaten gazete okuyanlardan kaçı yazar, kaçı siyasi, kaçı iyiyi kötü fark eden kimselerdir? Hakkıyla okumayı bilsin bilmesin on parası bulunan bir gazete alıyor. Yeni okuma usulünün verdiği kolaylıkla çarçabuk okuyor. Bu kolaylık ters bir netice veriyor. Yavaş yavaş ortada ciddi okuryazar kimse kalmıyor. Yedi yaşında bir çocuk gazete okuyor, mektup yazıyor. Fakat hiçbir şey anlamıyor, ne herze yediğini bilmiyor. Yemin ederim ki şimdikilerin otuz yaşındakileri de öyle… Yalnız Türkçe kelimeler üzerindeki heceyi kem kümlemekle iş biter mi? Ötesi var. ‘Gül, kurban, deriçe, yakın’ yazıyorlar. Yeni imlaya uygun, fakat aklıselime, ciddi terakkiye uyar mı?.. Senin ‘gül’ün, ‘kurban’ın, ‘deriçe’n, ‘yakın’ın yoksa Arap ve Fars’ın o güzel kelimelerini asıl şekillerinden ayrı olarak ‘a’, ‘e’, ‘i’ ile parçalayıp maskaraya çevirmeye ne hakkın var? Kelime bulmak için Uygur, Çağatay lehçelerini karıştır bakalım. Meydana birtakım acayip şeyler koy. İmrülkays’ın, Hafız’ın, Sadi’nin bize geçmiş, konuşulan kelimelerini bırakalım da birtakım garip şeyler kekeleyelim. Asya’nın unutulmuş mezarlıklarından çıkararak bin lehçe arasan ‘akıl’ ve ‘izan’ kelimelerini bulamazsın. Çünkü Allah beynin hücrelerine bunlardan zerre nasip kılmamış.”

      Hasan Ferruh Efendi buhranlı zamanlarında, yanında bulunmayan ayrı fikirde birine karşı, her vakit böyle atar tutar, hoşnut olmadığı şu cihanı tenkidinin sövmeleriyle kökünden sarsmak ister, her şeye fena demekle biraz iyileşerek hemen hemen boğulmaktan, ölmekten kurtulurdu. Ölüm baygınlıkları içinde güçsüz kuvvetsiz kaldığı hâlde bu kadar sözü nereden bulup söylerdi? O hâlsiz vücudun çenesindeki bu hezeyan kuvveti, o uyuşuk beyindeki bu şiddetli parlama ne idi? Durmadan zayıflıktan yanıp yakılmasına karşı dilindeki bu çalışmayı görenler hastalığına inanmıyorlardı. Böyle kendi kendine söylenmek, ona en tesirli ilaçlardan çok deva yerine geçerdi.

      Gazeteyi gene eline aldı. Rahmetlinin hâl tercümesini baştan aşağı okudu.

      Hasan Muhsin Paşa’yı pek yakından tanırdı. Hükûmet mücadelesinde o, kendinin en yaman bir hasmı idi. Ferruh Efendi’nin çevirmek istediği fırıldakları birtakım entrikalar ile ters döndürmeyi becererek onu düşkünlük çukuruna yuvarladıktan sonra vezirliği kendi kapmıştı.

      Evet ayağına karpuz kabuğu koyan o idi. Okumasının sonunda, şöyle bir muhakeme ve icmale başladı:

      “Hâl tercümesi yarı yarıya yanlış. Resmî sicile geçen bu çeşit hâl tercümeleri çok defa sahipleri tarafından yazılır. İdarece olan kötü işler birtakım ustalıklı tabirler ve değiştirmeler ile örtülür. Bütün kusurlar, kandırıcı faziletler şekline sokulur. Hasan Muhsin Paşa’yı sicil müdürü ile gazete muharriri ne bilir? Onun kim olduğunu anlamak isterlerse benden sorsunlar. Çekememezlik meydanında karşı karşıya senelerce at oynattık. Beni kündeye getirdi. Kendi vezirlik merdivenine tırmandı. Neyse artık dünyadan elini ayağını çekmiş, süngüsü depreşmesin, Allah taksiratını affetsin.”

      Sonra hazin bir gülümseme ile rahmetlinin birinci rütbeden Osmani, Mecidi, altın liyakat ve sair nişanlarını tekrar gözden geçirerek:

      “Bu maden parçalarının göğsümüzde parladığını görmek, göstermek için ne kadar uğraştık! Bunlar protokolde sahiplerini yüksek mevkiye geçirirler. Fakat ahiret için öyle mi? Kabirde bunların şehadetlerine Münkereyn14 inanır mı? Asıl nişan, insanın vicdanında silinmez hakiki övünme izi bırakabilecek olan hayırlı işlerdir. Bu da kimsenin göğsünün dışında gözlere parlamaz, gizli olur. ‘İşte bakınız ben ne kadar büyük adamım. İnsanca büyüklüğüm göğsümde parlayıp duruyor.’ diyenlerle büyüklüklerini hiçbir gurur nişanıyla kendi cinsinden olanların gözlerine sokmak aldatıcılığında bulunmayanlardan hangileri daha yüksektir? Üstünlük ve meziyet ölçülerini açık açık göğsünde taşıyanlar, onu tanıtmak için gözleri zorlayanlar, o faziletlerinden kendileri de şüphe edenlerdir. Bu nişanlardan bazıları benim çekmecemde de duruyor. Onların benim yüksek insanlığım hakkındaki şahitliklerine niçin bugün kimse inanmıyor? Neden düşkünüm? Ben bunları taşımaya layık değilsem, adi bir adam isem bu iftihar alametlerini bana vaktiyle niçin verdiler? Demek ki bunların verilişlerinde sahici liyakati ölçmeye yarayacak sağlam bir takdir usulü yok. Lüzum görüldüğü zaman iyiye de veriliyor kötüye de… Mayası kötü olanın eline bu aldatıcı şehadetnameyi vermek günahtır, bu nişanlar ehil olan ve ehil olmayan göğüslerde parladıktan sonra ölünce de iyiliklerin sayılması sırasında böyle hâl tercümeleri varakasına geçiyor. Son aldatıcı hizmetleri de bu.”

      III

      DOKTOR GEBERS

      Her şeye karşı sürekli küskünlüklerde bir rahatlık zevki arayan bu ölmez hasta nihayet yoruldu. Oturduğu sedirin yastığına başını dayadı. Bir zaman için hiçbir şey görmemek için gözlerini yumdu.

      Yalının arkasındaki sokaktan, seyri, kararı belirsiz, karışık makamlardan, kaba bir seda ile mezar başı duasını andırır gür bir ilahi başladı.

      Güftesi, dünya gafletine dalan fânilere ölümü, mezarı, ahireti hatırlatan uyandırıcı nasihatlerle dolu, en yürek karartan, hüzünlü sözlerden düzenlenmiş idi.

      Dilenci haykırıyordu:

      “Fâni

Скачать книгу


<p>13</p>

Kari: Okuyucu, okur. (e.n.)

<p>14</p>

Münkereyn: Kabirde ölüleri sorgulayan Münker ve Nekir adlı melekler. (e.n.)