Cehennemlik. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

ol ahbar, altık (artık ) onun şanı ‘Rupen’ değildir, Frenklenmek için ‘Rober’e çevirdi. Mösyö Lö Doktor Âlimyan Rober… Şaka değil… Evvelden iki çeyrek vizite alır idi, müşteri bulamazdı. Şimdi iki mecidiyeye çıkardıysa daryesinde (dairesinde) hastalarını oturtacak yer bulamıyor… Âlem-i dünya böyledir. Ne kadar çalım eder isen insanın o kadar peşinden gelirler.”

      “O elindeki koca yılan ne içindir sanki? Bu yılan sizi ısırır ise ben iyi ederim demektir?”

      “Boş laf etme zo… Eczanelerden içeri girdiğinde, elinde birbirine dolanmış çifte yılan tutan, saç sakala karışmış ihtiyar bir herif tasviri görmezsin?”

      “He…”

      “İşte o moruk doktorların ağababasıdır. En evvel hekimliğe icat koyan odur.”

      “Vay babasına be… Ben bu ihtiyarı eczacının kayınpederi zanneder idim.”

      Bu resimler sokaklarda herkesin anlayış derecesine göre böyle türlü tefsirlere uğruyor, anlayana anlamayana da bin söz söyletiyor, Âlimyan halkın cahilleri üzerine de bu suretle tesir ediyordu.

      Doktor Âlimyan, memleket hekimlerinin iyileştirmekten âciz kalmış oldukları büyüklerden birinin inatçı bir baş ağrısını umulmadık bir talih ile kesmeyi becermişti. Ondan sonra şöhret merdiveninin ilk ve zor adımını atladı. Mesleğinin bahtiyarları arasına karıştı. Vücutça, sırık hamallarını imrendirecek iri yarı bir çapta idi. Fakat sakalını sivriltti, tek gözlük taktı. Jilesini, bonjurunu modaya uydurdu.

      Yalnız “Biz frengik lafı tek ederik!” düsturuna uymayarak lakırtıyı çok söyler, zarafet göstermek için cinası, kinayeyi çok sever, bunların hiçbirini ağzına yakıştıramaz. Hasılı şaklabanlığı şarlatanlığından çoktu.

      Hekimlikten çok kendine mahsus bir çeşit meddahlıkla Hasan Ferruh Efendi’yi oyalardı.

      Odadan içeri girdi. Gebers’in muayenesinden yorgun düşmüş olan hastasını bir köşede yine melankoliler içinde buldu. Ardı arası gelmez bir söz bolluğu ile ağzını açarak:

      “Vay efendim, yuvasında buz tutmuş bir kumru gibi onun orasında oturmuş da suspus ne düşünoorsunuz?”

      Hasta, hiçbir söz etmeden, eliyle kederinin sebebi olan kalbini işaret etti.

      Âlimyan: “Ha evet… O mahut alet bende de vardır. Babamda da var idi. Büyük dedemde de… Bütün canlı ve sağ mahlukatta ondan birer tane vardır. Korkulacak bir şey değildir efendim… Cenab-ı Hâllak onu yaratmış ise de işletmesini de bizden iyi bilir. Onun nasıl işler olduğunu merak edip de hiçbir vakit dinlememelidir. Çünkü kalp pek şakacı bir alettir. Gâh ü na-gâh21 durmuş gibi yaparak kendini dinleyen ile sanki mehtap eder. Efendim affedersiniz, size düpedüz bir laf edeyim? Çok kurcalanan saat şaşkına döner, doğru gitmez. Onu ile (onunla) asla oynamamalıdır. Çünkü biz vücudumuzun makinisti değiliz. Onu yaratan Allah öylece bir tertibe koymuştur ki, ayarına dokunmaya gelmez. Biraz geri kalır, ileri gider, altık (artık) o, onun işidir, bildiği gibi işletir. Menşur (meşhur) cenkçi Napoleon’un yüreği natura nizamından pek eksik işler idi. Büyük adamlarda bazan da öyle olur, ağırlaşır. Vücudun aletleri doğru işler ise buna ‘normal’, aykırı işler ise buna da ‘anormal’ derler. Bunları bilmek için sebepler içinde sebepler vardır ki hiç kimse bu kadar malumatı kafasının içine koyamaz, bızıklanır kalır. Vücudumuzda ne embubeler (borular), ne kanallar, ne supaplar, ne pistonlar, ne meydanlar, ne caddeler, ne çıkmaz sokaklar, ne kimyahaneler, ne süprüntülükler, ne molozluklar, ne deryalar, ne tarlalar, ne bostanlar vardır. Sanki burası mikropların oturdukları milyon milyon köylü bir memaliktir (memlekettir). Onda da kanlı cenkler, muharebeler olur. Çünkü hayat kavgası dışımızda olduğu gibi içimizde de vuku bulmaktadır. ‘Sen çekil ben oturayım.’ İşte kayde-i umumiye budur. Bırakınız ki onlar filozofi okumazlar, fakat damarlarımızda ‘sivilize’ olarak her işlerinde bize, yani insanlara taklit yaparlar. Bunların makinistleri, şoförleri, körükçüleri, tanzifat memurları (çöpçüleri) gene hep kendileridir. Lahm-i maderde22 bu işi nasıl nizamına konulmuş ise nihayete dek öyle kendi kendine işler. İçimizde ne fiiller olduğunu biliriz acap? Hazım nasıl olur? Nefes alıp verdiğimiz zaman ciğer körüğü nasıl işleor, ne aloor, ne veroor? Hava ile kan arasında ne mübadelat yapoor? Zamirimiz bunlardan hiçbir şey duymaz. Bu işler her vakit kendi başına olur. Eğer her saniyedeki bu karışık harekâtların işletilmesini Rabb’imiz bize havale ede idi çok tembel adamlar bu işi etmeye üşenerek çabucak mefat (vefat) olurlardı. Biz yalnız yiyecek ararız. Sobaya bir kerek (kere) kömürü atınca harareti aziziye23 peyda olur. Kazan ısınır, tekmil makineler bıngır bıngır işlemeye başlar. Bazı cahil insanlar bunu fayrap ederler, musluğun suyunu açarlar. Az vakıttan vücud-i azizlerini harap ü türap ederek sıfırı tüketirler. Sonra ‘Aman doktor!’ deyi ensemize düşerler, yalvar yakar olurlar. Sen ki hayat hazinesinin musluğunu Horhor Çeşmesi gibi akara bırakmış isen buna doktor ne iş edebilir?”

      Âlimyan, daha bir tarafa ilişmeden ayaküstünde bu kadar lakırtının belini büktü. Sonra iri vücudunun en çok istirahat edebileceği geniş bir koltuk seçerek yerleşti. Hastanın ağız açmasına meydan vermeden yine ağız kalabalığı içinde başladı:

      “Vücut körüğü nasıl işler? Durunuz size bunun bir ‘deskripson’unu vereyim. Kalp bir nev emme tulumbadır. Başka bir tabiratla kalp beyaz ciğer (akciğer) kanatlarının ağuşuna sığınmış trigona böreği eşkâlinde mahut alettir. Beyaz ciğerler ile ‘cointeresse’ yani ortak işler. Şu ara doktorların tabirlerinces (tabirlerine göre) ciğerler, kalbin ikiz biraderi can beraberleridir ki, hayat alevine daima püf ederek onu sönmek kazasından kurtarırlar. ‘Pumon’lar yani beyaz ciğerler bir tasfiye laboratuvarıdırlar. ‘Dünya bir cifedir.’ demezler? He, işte bu pek filozofik bir laftır. Dünyada her neyi ki kendi keyfine bırakır isen cipcife olur. Dışarıda olduğu gibi içerimizde de ‘natür’ün azanları vardır. Havanın kontağı ile siyah, yani pis zehirli kanımız, pisliklerinden ayırt olarak oksijenlenir. Kırmızıya döner, arterlere gider. İşsiz etıbbanın biri bunu hesaba komuş, evet belli ki herifin işi yokmuş, çünkü bizim kesretli vizitelerimizden öyle bazik hesabatlarla kafa yormaya vaktimiz yoktur, orta hesapla bir dakkada altı nefes çekeriz ve beher nefeste aşağı yukarı ciğerlerimiz yarım litre hava yutar. Bu, her gün on bin litre hava eder. Belediyelerin fikirlerine gelip de sair meşrubat gibi buna da rüsumat koyarlarsa litresine bir para koysalar âlem-i kâinat bu borcu ödeyemeyerek herkes havasızlıktan boğulur. Dünya ‘sena’sı (sahnesi) yeni teatrolar (tiyatrolar) gibi bomboş kalır. Ahali sefaletten kurtulur vesselam. Bu işin üzerine de kıyak bir reji (inhisar) yaparlar. Ama Mevla’nın havası boldur. Bunu depolara tıkayamazlar. Eğer bu yapılabilseydi, ortaya ne anonim şirketler, ne sendikalar çıkar, ne hava bankaları açılır, ne monopoller görülürdü. Bu iş Frenklerin pek de akıllarına gelmedi değil, ‘komprime’ olunmuş oksijeni çelik kaplara koyarak ticaret pazarına çıkardılar. Bu işin sonu neye varacağı malum değildir. Biz yine kanatlarının ortasında kalbi yavru gibi tutan ciğer körüğüne gelelim: Fizik kaydesincek (kaidesine göre) her nerede ki hela vardır orası mela olur; yani içimiz hava doludur, demek isterim. Zannedersiniz ki hava, derunumuza yalnız kuru fasulye ile kapuska ile girer? Hava alıp verdiğimiz malum büyük deliklerimizden başka derimizin üstünde hesapsız küçük delikler vardır, bunlara Fransızca ‘por’ derler. Türkçede de bunlara bir nam koymuşlar ‘mesahat’tır

Скачать книгу


<p>21</p>

Gâh ü na-gâh: Vakitli vakitsiz. (e.n.)

<p>22</p>

Rahm-i maderde, ana karnında. (e.n.)

<p>23</p>

Hararet-i gariziye demek istiyor; yani “normal vücut ısısı”. (e.n.)