Cehennemlik. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

çağırdı.”

      “Hayır. O kendi gitti.”

      “Acayip!..”

      “Cenabıhak, vücutlarına bakanları, hijyen kanunları ile yaşayanları, hiçbir zaman vaktinden evvel çağırmaz.”

      “Paşa merhum sağlık kaidelerine riayet etmez miydi?”

      “Her akşam işret, türlü mezeler, sonra gayet zengin bir sofra… File, biftek, tavuk, balık, börek, dolma, pilav, şarap, şampanya… Sonra üç nikâhlı karı, sekiz metres, kim bilir ne kadar odalık… Sonra yerinden kımıldamak, arabasız adım atmak yok… Sonra, daima daha büyük, daha büyük olmak ambisyonu, pardon, hırsı… Hep bunlar insanı değil bir fili bile öldürecek sebeplerdir.”

      “Doktor, hastalık nasıl başladı? İlkin ne gibi belirtiler, ağrılar göründü?”

      “Hiç merak etmeyiniz efendim. O hastalık sizde hiç yoktur ve olamaz.”

      “Neden olamaz? Ben her türlü hastalık tehlikesinde bulunan bir insan değil miyim?”

      “Çünkü siz öyle yaşamıyorsunuz. İşret etmez, çok yemezsiniz. Bir karınız vardır. Onunla da beraber yatmazsınız.”

      “Gazete, hastalık karaciğerden başladı diyor.”

      “No no… No… Hiçbir vakit böyle değil. Gazeteler hiçbir şeyi iyi haber almayı bilmezler. Her vakit yalan yazarlar. Bilmez misiniz, bu jurnalistler kaç meşhur adamı hasta olmadan öldürdüler ve sonra o, sağ ölüler ‘demanti’17 gönderdiler ki biz ölmedik. Evet, böyle olduğunu gazeteciler de itiraf ettiler ve sıkılmadılar.”

      “Bu Hasan Muhsin Paşa neşe ve sıhhatinden ölmedi ya? Elbette bir marazdan gitti, neye saklıyorsun doktor? Benim hastalığım da onunkinin aynı olduğu için değil mi?”

      Bu zeki hastayı kandırmak gayet müşkül, nazik bir mesele idi. Doktor onu ilaçla değil kanaat vermekle iyileştirmeye uğraşırdı.

      Şimdi Gebers bir hastalık adı söylese ve bunun vücudun hangi kısmı üzerinde ne suretle tehlikeli bir tesir göstereceğini anlatsa kendi gittikten sonra Hasan Ferruh Efendi’nin Türkçe tıp kitaplarını karıştırarak, bu hastalığın belirtilerini, nasıl ilerlediğini, tehlikesini arayarak, bütün o hastalık alametlerini kendi vücudunda hissetmek vehmine kapılarak örtü döşek yatacağını biliyordu. Suya sabuna dokunmaz, avutucu ve yatıştırıcı sözler arayarak dedi ki:

      “Hasan Muhsin Paşa hiçbir hastalıktan ölmedi. O, ‘abo’sunun18 kurbanı oldu. Âdeta bol yiyecekle tıkandı. Rakı, şampanya ile boğuldu. Karıların kolları arasında vücudunun bütün sermayesini bitirdi. Söndü vesselam… Efendim… Onunla sizin aranızda hiçbir benzerlik yok, maparol donör…19 Sizde korkulu bir hastalık olsa söylemez miyim? Hekimin vazifesi, hastasına tehlikeyi anlatarak onu ona göre davranmaya çağırmaktır. Biz de doktoruz efendim, yapacağımızı hastalarımızdan öğrenecek değiliz. Kendinizi dinlemeyiniz. O melankolik efkârları zihninizden çıkarınız. Rahat edersiniz, yüz sene yaşarsınız.”

      “Beni bugün muayene etmeyecek misiniz?”

      “Edeceğim. Niçin geldim? Vazifemiz nedir?”

      “Fakat…”

      “Ha… ‘Fakat’ı da anladım. Gazeteler beni her ne kadar ‘medisen tretan’20 diye yazmışlar ise de sizi temin ederim ekselans hastanın nabzını bile elime almadım. Öteki hekim arkadaşlarımla beraber başka bir odada yalnız konsültasyonda bulundum. Ben bir hastadan öbür hastaya ölüm getiren doktorlardan değilim. Hem ölümü buraya getirinceye kadar üzerimde taşımaktan korkmaz mıyım? Ben de bir can değil miyim? Senin canın sana ne kadar tatlı ise benimki de kendim için o kadar kıymetlidir. Hem ben her gün dezenfekte olurum. Buna Türkçe nasıl diyorlar? Gayetle zor bir tabirdir.”

      “Muzâd-ı taaffün…”

      “Evet. İşte her gün tepeden tırnağa ‘mezad-ı taaffün’ olurum.”

      “Mezat değil, murad vezninde muzad.”

      “Ben Türkçeyi öyle veznesiyle kantarıyla bilemem. Yirmi senedir burada tabiplik ederim, fakat Türkçenizi doğru dürüst öğrenemedim. Avrupalı kafası her şeyi çabuk kavrıyor, fakat Türkçede daima tembel kalır, kekeler, çünkü pek zor bir lisandır. Şimdik muayene müsaade eder misiniz? Teminatım kâfi görüldü mü?”

      Hasta muayeneye hazırlandı. O, sudan muayeneye pek kızardı. İster idi ki hekim bu hususta olanca dikkatini ve ustalığını kullansın. Gebers hastanın bu merakını da bildiğinden gayet ince bir işe hazırlandığı güvenini vermek için hususi bir ehemmiyetle paltosunu çıkardı. Kollarını sıvadı. Gözlüğünü taktı. Hastayı kürkünden, iç hırkasından soyarak boylu boyuna sedirin üzerine yatırdı. Onu tavada kızaran balık gibi kâh arka kâh yüz üstü çevirerek göğsünü, karnını, yüzünü ve boşluklarını, bütün vücudunun deliğini deşiğini dikkatle ayrı ayrı dinledi. Tekmil oynak yerlerini, adalelerini, sinirlerini, damarlarını yokladı. Hafif hafif mıncıkladı. Ağzını, dilini, gözlerinin içini, daha örtülü yerlerinden hiçbirini ihmal etmedi.

      Bu pek fen dairesinde bir muayene değil, efendiyi memnun etmek için doktorun icat eylediği aşırı bir çeşit komedi idi. O iskeletin kaç paralık canı olduğunu Gebers senelerden beri zaten biliyor, kulaklarının altında o yorgun zayıf kalbin duruvermesinden korkuyordu. Hakikati anlamak için onun bu uzun muayeneye hiç ihtiyacı yoktu. Fakat ellerinin o cılız bedene her dokunuşunda ondaki bünye sağlamlığına şaşıyormuş gibi yalancı bir seda ile şöyle bağırıyordu:

      “Ne sağlam natura! Zayıf vücutların semizlerden çok yaşadıklarını tıp söyler. Bu bünye binde bir kişide bulunmaz. Kendinizi bu kadar üzüntüye verdiğiniz hâlde yine vücudunuz kronometre gibi sağlam işliyor. Beden bir defa fazla etlerden kurtulup böyle sinirleşirse artık ölüm nedir bilmez. Kargalar niçin iki yüz sene yaşarlar? Kuru, sade sinirdirler de onun için. Bu hâl sağ iken mumyalaşmak demektir. Hiç mumya ölür mü? Ben bu vücudu seksen sene için sigortaya alırım ve hiç düşünmeden imzamı korum.”

      Ferruh Efendi bu sözlerdeki mübalağayı anlamakla beraber yine teselli bularak dinliyordu. Fakat doktor niçin kendinden yüz senelik ömrü esirgeyip de “seksen” diye buna kısa bir vade tayin ettiğine biraz canı sıkılıyordu.

      Her gün ona başka bir tedavi usulü göstermeli, başka ilaçlar, teselliler vermeliydi. Doktor her zaman ilaçların renklerini değiştirerek gayet sudan şeyler yazardı. Hastayı o yorucu muayenesiyle hırpaladıktan sonra bir köşeye çekildi. Cebinden cüzdanını çıkardı. Kaşlarını çattı. Derin bir dikkat ve düşünme tavrı alarak reçetelerini tertibe başladı.

      Hasta dikkatsizlikten gücendiği gibi çok dikkatten de şüpheye düşerdi. Nihayet dayanamadı, sordu:

      “Doktor niçin o kadar derin düşünerek yazıyorsun? Hastalığım pek korkulu da onun için değil mi?”

      Doktor işitmezlikten gelerek cevap

Скачать книгу


<p>17</p>

Demanti: Yalanlama yazısı. (e.n.)

<p>18</p>

Abo: Suistimal. (y.n.)

<p>19</p>

Maparol donör: Namusum hakkı için. (e.n.)

<p>20</p>

Medison teretan: Tabip-i mütedavi; hastaya bakan hekim. (y.n.)