Cehennemlik. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 9

Жанр:
Серия:
Издательство:
Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

Bunlar lastikli ‘vezikül’ler yani pek küçük küçük kerata şeylerdir. Dokumaları kalbur gibidir. İşte buna ‘enspirasyon’ yani ‘nefes almak’ derler. Her alınan şeyin bir de vermesi vardır. Nefes alıcı etler gevşediklerinde ‘torasik’ (göğüs) kafesi küçülür, ciğerler büzülerek ‘vezikül’leri boşaltıp havayı dışarı defederler, buna da ‘ekspirasyon’ yani ‘nefes vermek’ denir. Burası on bin litre havayı her gün aktar dönder eden bir hayat fabrikasıdır. Dışarıdan malın yeni ve temizini içeri alır, kullanılmış kötüsünü dışarı bırakır. Hava oyunu yalnız borsalarda olur sanırsın? En ustalıklısı insanın içinde olur. İşte bu suretle ciğer körükleriyle kalp tulumbası arasında hava değişmesi, ithalat ve ihracat muamelesi olur gider. Ciğer körüğünün tasfiyesiyle temizlenip oksijenlenmiş hava bir yandan kalp sol dayresinden içeri girer, arterler vasıtasiyle vücudun bütün kan damarlarına taksim olunur. Öte yandan vücut harikıyle ziyade miktarda asit karbonlanmış zehirli pis kan kalbin sağ daryesinden dışarı çıkar. Körük tulumbayı, tulumba körüğü işletir. Bu bir nevi bostan dolabıdır ki iki taraftan biri istop edince ne borulardan hava gider ne oluklardan su akar. Siz nasıl istiyorsunuz ki nefes alıp vermekte olduğunuz hâlde kalbiniz durmuş bulunsun, bu iddianız hekimlik teorilerine külliyen uygunsuz bir hâldir ki ben doktor olalı böyle ‘eksepsiyonel’ fefkalade bir ‘ka’ya (hâle) tesadüf olmamışımdır. Kalbi duran adam durmuş olduğunu hiç duyabilir? Durmuş bir saatin akrebi, yelkovanı rakamları ‘marke’ edebilir altık (artık)… Böyle fen dayresinden dışarı aygırı laf etmeyiniz efendim.”

      Bozuk düzen bu ağız kalabalığı karşısında baygınlığı artan hasta:

      “ ‘Fen dairesi’ dediğiniz nedir? Onu bir demir çember ile iyice sınırlayabiliyor musunuz? Bu daire Göksu testisi gibi içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye neler sızdırıyor da haberiniz yok. Bugün meydanda sizin inkâr ettiğiniz ne büyük hakikatler var. Mümkün değil bunlara uygun birer guguk uyduramıyorsunuz. Ben kendi kalbime mi inanayım sana mı? İç hastalıkları dediğiniz ilim henüz pek karanlık bir çocukluk hâlinde. Bazı bazı en büyük doktorlar, en küçük hastalıklardan bile bir şey anlamıyorlar. Sizin Zambako’nuzun, filanınızın hastalığın ilk zamanında veremi tifo, tifoyu verem diye belirttikleri birçok benzerleriyle meydandadır.”

      Doktor Âlimyan, küçük dilini yutarcasına iri bir nefesle yerinden kalkıp oturduktan sonra:

      “Affedersiniz efendim, ben o buyurduğunuz gugukçu doktorlardan değilim. Gugukla mugukla benim hiçbir işim yoktur. Ben bir hastayı muayene eder, diyagnostiğini korum, yani çocuğun namını belli ederim. Bize tıp bir yol göstertmiştir. Biz ondan gideriz ve asla fenden şaşmayız. Hastaların, hele sinir hastalarının her dediklerine bakıp inanırsanız tıp fenni çorbaya döner. Onlar her istediklerini söyleyebilirler, biz de bildiğimizi yaparız.”

      “Kapalı kutu… İçeride ne afet var, kesin olarak bunu nasıl anlarsınız?”

      “Hekimliğin ustalığı işte o kapalıyı anlamaktır. Bizim parmaklarımızın ucunda kulaklarımız, kulaklarımızın içinde gözlerimiz vardır. Bir şeyin üstünü görünce dibini keşfederiz. Bırakınız ki şimdiki fen karşısında altık insan vücudu pek de kapalı kutu değildir. Sizi şimdicik röntgen ışığına tutar isem içinizdeki hayat teatrosu karagöz perdesi gibi gözümüzün önünde cilvelenir. Doktor gözü keskin olur. Biz bir hastanın sıfatını görünces içini ağnarız. Biz parmaklarımız ile bir vücuda tık tık vurduğumuzda ‘Hastalık, sağlık nerede iseniz kendinizi beyan ediniz!’ deyi sival (diye sual) ederiz. Onlar da her nereye gizlenmiş iseler, mesela ‘Biz ciğerlerdeyiz, kalpteyiz yahut bağırsaklardayız.’ deyi derhâl bize cevap ederler. Kulağımızı koyup dinlediğimizde hastalıkla sağlığın dövüşmelerini, sövüşmelerini bütün laflarını duyar, ağnarız. Bunlar ne Türkçe konuşur ne Ermenice ne Frenkçe… Dilleri büsbütün başkadır. İnceli kalınlı, pısır pısır, fosur fosur ederler. İşte hep bu pısırtılar birer manayadır. Bu sedalardan bazılarını hasta kendi de duyar. Bağırsaklarınızda yel muharebesi olduğu zamanda gorultuyu işitmezsiniz? Onda (orada) âdeta ‘revolüsyon’ (ihtilal) olur. Bu sıkıntılar bazan top gibi bir seda ile bazan suspus bir mahçuplukla o uzun tünelin azat kapısından dışarı az çok bir sesle fırlar, hasta rahatlanır.”

      Hasan Ferruh Efendi, doktorun şairce olmayan bu tasvirleri karşısında iğrenerek yüzünü buruşturur.

      Doktor Âlimyan bu söyledikleri ile bir terbiyesizlik etmemiş olduğunu anlatmak için çabuk çabuk: “Efendim, ben edepten dışarı bir laf etmedim. Tıp lisanında iğrençlik, ayıplık yoktur. Biz, bir insanın karnına giren şeylerin ne şekillerde oradan dışarı çıkmakta olduklarını uzun uzadıya etüt ederiz. Kitap bunları katılıklarıyla, sululuklarıyla, rahiyeleri (rayihaları, kokuları) ile yazar. Edep kadrosundan dışarı zannolunan şeyleri tıp etüde koymaz ise sonra, birçok hastalıkları dipten dipe kaliteleriyle biz nasıl ağnarız? İnsanların en büyük zorları, söylemesi en ziyade ayıp olan aletlerindedir. Pariz’de profesör tıp dersi verirken kara tahta üzerinde tekmil bu aletlerin resimlerini çizer idi. Ve öyle de mükemmel çizer idi ki bir kıl eksikliğini bırakmaz idi. Ve haşa profesörleri ayıp görmek hiçbirimizin fikrine gelmemiştir. Fennin nazarında insanın ağzı ne ise dibi de odur. Yel bırakmak bahsine gelince Fransız romancısı menşur Zola ‘La Terre’ yani ‘Torpak’ isimli nazik hikâyesinde bunun birkaç ‘paj’ (sayfa) ‘deskripsiyonunu’ (tarifini) yapmıştır. Fransız literatürüne giren bir şeyin bizde lafı edilmesi neden ayıp olsun? Bu, bir sahte edep utangaçlığıdır. He evet, lafın uç ipini kaçırıyordum: Lafım oraya gelecek idi ki hastalık, sağlık nerede olduklarını bize beyan ederler. İşte onu için biz vücudun bazı yerlerini dikkatle dinleriz. Bunlar bize neler derler bilirsiniz? Hastalık ‘Mekân tuttuğum bu yerlerden beni çabuk kovamazsınız. Ben fena işler edeceğim!’ deyi homur homur homurdanır. Sağlık ise ‘Aman efendim doktor, beni bu marazın pençelerinden kurtar. Kuduz köpek gibi her dakke ensemden gelerek üzerime saldırıyor. Bunuyle (bununla) dalaşmaktan artık dermanım kesiliyor. Hastaya söyle beni zayıflattıracak işler etmesin. Pehrizine dikkat olsun. ‘Abo’ yapmasın. ‘İjiyen’in zıddına gitmesin. Zira iki hastalık zorlu, ben mecalsiz kaloorum.’ deye bangır bangır ağlayarak yalvar yakar olur. Ah efendim, türlü nev hastalar vardır. Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, bunların hiçbiri de laf ağnamaz. Her birinin kendine maksus birer defosu yani kusuru olur. Kimi çok yer kimi az yer kimi ilaç almaz kimi beş doktorun ilaçlarını birden yutmak ister kimi sade vücudunu dinler, kimi vücudunda ne kadar maraz alametleri olsa asla aldırış etmez. Her şeyin çoğu da azı da fenadır efendim. Ne akıntıdan gitmeli ne durgunlukta kalmalı. Frenkçede bir darbımesela (darbımesel) vardır. ‘İki uç birbirine dokunur.’ derler ki her şeyin pek azı, pek çoğu da bir hesaptır demektir.”

      “Gel doktor, beni dinle bakalım. Hastalığın vücudumdaki taarruz ve müdafaalarını işit. Hangisinin üstün geleceğini söyle. Dediğin gibi kalbimin iki dairesi arasındaki kan akıntısının neden dolayı ara sıra değişmeyi durdurduğunu anlat. Sağlık askerlerimin hastalık askerleriyle iyice savaşabilmesi için benden nasıl imdat istediklerini bildir.”

      “Ah efendim, bu ne uzun bir iştir. Sizi hırslandırmaktan korkmamış olsam çok laflar edeceğim.”

      “Söyle.”

      “Evvela, oturduğunuz bu odanın tanperatüründen (derecesinden) başlayacağım. Şimdi burada yirmi iki santigrat derecesinde hararet vardır. Bu kadar sıcaklık insana iyilikten ziyade fenalık eder. Vücudunuz limonlukta büyüyen nazik bir ağaca döner. Bir taraftan biraz soğuk duyar ise hemen hastalanır. Vücudunuza,

Скачать книгу