Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı. Mojgan Sheikhi

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı - Mojgan Sheikhi страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı - Mojgan Sheikhi

Скачать книгу

Ünü ise bütün civar ülkelere, Bağdat, Şam, Kahire, Kostantiniye’ye yayılmıştı. Krizalit taşlar tahta ve çubukların üzerine dizilmişti, öyle ki kümbet hareket ettiğinde taşlara herhangi bir zarar gelsin istenmemişti.

      Muhammed rasathaneyi görünce Ebu Nasır’ın üstün zekâsına ve ilmine daha da hayran oldu: “Bu rasathane fevkalade acayip bir şey, gerçekten eşsiz bir mimariye sahip!” dedi.

      Ebu Nasır tebessüm ederek: “Bundan sonra matematik ve astroloji derslerini kendim burada sana öğreteceğim. Ne zaman kütüphaneden kitap alıp okumak istersen rasathaneye gelebilirsin.” dedi.

***

      Bir gün Muhammed ile Taberistanlı Rahman rasathaneden medreseye döndüklerinde Kazvinli Abdülmelik’in odasının kalabalık olduğunu gördüler. Öyle görünüyordu ki birkaç misafiri vardı. Üç arkadaştan birine ilk defa misafir gelmişti. Bu mevzu daha ziyade Abdülmelik için tuhaftı, çünkü evleri oldukça uzaktaydı.

      Abdülmelik, Kazvin’den Harezm’e geleli yaklaşık bir yıl olmuştu. O medresede eğitim almaya başlamıştı. Muhammed ile Rahman yabancı birileriyle karşılaşacaklarını hiç tahmin etmemişlerdi. Gördükleri yüzler yabancı olunca kendilerini garip hissetmişlerdi. Odadakiler başka ülkenin insanlarıydı, bu durum karşısında şaşırmışlardı. Misafirler geceyi orada geçirdiler. Sabah olunca yerlerinde yeller esiyordu. Muhammed ile Rahman, Abdülmelik’e misafirler hakkında sorular sordular, fakat o onlara doğru dürüst cevap vermemekte ısrar ediyordu. Muhammed de Rahman da Abdülmelik’in üzgün olduğunu anlamıştı. Fakat nedenini bir türlü anlayamıyorlardı. Her ne kadar, “Ne oldu Abdülmelik? Yoksa sana kötü bir haber mi getirdiler? Sahi kimdi onlar?” dedilerse de fayda etmiyordu.

      “Bir defa söyledim işte amcamın akrabalarıydı diye… Kötü haber derken ne demek istiyorsunuz? Bu, ne biçim konuşma? Misafir Allah’ın elçisidir. Geldiler ve de gittiler. Neden bu kadar gereksiz sorular sorup lafı uzatıyorsunuz?”

      “Neden canını sıkıyorsun peki? Onlar gittiğinden beri seni pek hoş görmediğimiz için sorduk.”

      “Yanlış düşünüyorsunuz. Kesinlikle böyle bir şey yok. Bu kadar soru cevap ne diye? Amcamın akrabalarıydılar dedim ya, gelip beni ziyaret ettiler sonra da gittiler bu kadar işte.”

      Muhammed ve Rahman bütün bunları duyunca sustular ama yine de meselenin aslını merak ediyorlardı. Muhammed, Rahman’a dönerek, “Onlar amcasının akrabaları değildi. Hepsi başka ülkeden gelmişti. Abdülmelik çok üzgün ve sıkıntılı ama bunu açığa vurmak istemiyor, inşallah yanlış bir şey yapmamıştır.” dedi.

      Bu olaydan hemen sonra Kazvinli Abdülmelik’i salona çağırdılar. Muhammed ile Rahman’ın şaşkınlığı daha da artmıştı. Çünkü böyle bir şey beklemiyorlardı. Aradan bir saat geçmemişti ki Ebu Nasır, Muhammed ve Rahman’ı da rasathanenin salonuna çağırttı. Onlar artık bir şeyler olduğundan emindiler. Herkesi üzüntüye boğacak bir meseleydi. Rahman onların çağrılma sebebinin, Abdülmelik’in meselesinden yani gelen o yabancılardan daha önemli olduğunu, ama farklı bir şey için çağrıldıklarını düşünmeye başlamıştı:

      “Muhammed, bizi çağırmalarının sebebi şu şehirde yayılmış dedikodular olmasın?”

      “Hangi dedikodular? Sen neyden bahsediyorsun?”

      “Duymadın mı sen? Gökyüzünde bir yıldız görülmüş, yakın zamanda da yeryüzüne düşecekmiş ve her yeri yerle bir edecekmiş. Kazvinli Abdülmelik de bu konuyla ilgili bir şeyler söylüyordu. Galiba Hintli astrologlar bu fikri ileri sürmüş ve bu söylentileri yaymışlar.”

      Muhammed rasathaneye gitmek için hazırlanıyordu. Bu sözleri duyunca da hiç şaşırmadı ilgisiz kaldı ve Rahman’a dönerek, “Boş laf bunlar! Bu adam, kaçıncı kez aynı şeyleri ortaya atıp halkı huzursuz ediyorlar. Ebu Nasır bu batıl inançlara inanmıyor değil mi? Mesele başka bir şey.” dedi.

      Ebu Nasır, medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmi ve birkaç bekçi rasathanenin salonunda oturuyorlardı. Hepsi de üzgün ve kaygılı görünüyorlardı. Ebu Nasır salonun içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken, her adımda da bir şeyler düşünüyordu. Pek dalgındı. Muhammed ile Rahman’ın gelmesiyle duvarın kenarında durup tekrar düşündü. O Muhammed’in üstün zekâsına ve fedakârlığına sonsuz güveniyordu, ona dönerek, “Belki haberin yoktur. Çok önemli bir mesele ve bir o kadar da hoş olmayan bir olay oldu. Sen Sultaniye Medresesinin en iyi öğrencisisin. Şimdi sana soracağım bütün sorulara, dikkatli bir şekilde düşünüp cevap vermeni istiyorum.” dedi.

      Ebu Nasır bunları söyledikten sonra Muhammed’in gözlerinin içine bakarak biraz durdu ve daha sonra konuşmasına devam etti: “Ey Muhammed ibn-i Ahmet söyle bakalım, cuma günü Kazvinli Abdülmelik’in odasına kimler geldi?”

      Muhammed bir müddet düşündükten sonra hocası ve pek değer verdiği Ebu Nasır’a cevap verdi: “İki adam ve bir de kadın vardı. Her üçünün üzerinde farklı giysiler vardı ama hepsinin kafasındaki sarıklar tek renkliydi, üçü de yeşil renkli sarık takmışları kafalarına. Uzun çizmelerden giyinmişlerdi. Elbiseleri bizimkilerden farklıydı. Kadın farklı bir koku sürünmüştü, hatta uzun zaman kokusu odada kalmıştı. İki adamın kafasındaki sarıkların üzerinde acayip resimler vardı. Biz onları gördüğümüzde, kadın Abdülmelik’le sohbet ediyordu. Kadın Arapça konuşuyordu ama lehçesi vardı, belliydi.” dedi.

      “Evet, devam et.”

      “Kadının boynunda inci bir kolye vardı. Ben o kolyenin benzerini Kas pazarında görmüştüm. Ertesi gün Abdülmelik bize onların amcasının akrabaları olduğunu ve çok uzak diyarlardan geldiklerini söyledi. O, bize onlar hakkında pek fazla bir şey söylemek istemiyordu. Biz de onu fazla zorlamadan kendi hâline bıraktık. Onların giyim tarzları konuşma şekilleri bizimkinden farklıydı ama Abdülmelik’in bu şekilde konuşması bizim çok tuhafımıza gitmişti. Neden akrabaları Kazvin’den değil de acayip farklı bir ülkeden gelmiş olsunlar? Bütün bu olanlara anlam verememiştik biz de.”

      O sırada medresenin müdürü Ebulfazl Harezmî, Ebu Nasır’a döndü ve başını sallayarak, “Evet, Ebu Nasır Hoca, bu tuhaf mülakattan sonra o çok kıymetli ve eşi benzeri olmayan üç cilt kitabın, geometride kullanılan malzeme ile astroloji alanında bilgi edinmek için istifade ettiğimiz aletlerin nasıl kaybolduğu ya da çalındığı anlaşılıyor sanırım. Bendeniz olayı duyar duymaz hemen koşup sizleri haberdar etmek istedim, konuya geç olmadan, sıcağı sıcağına hemen el atmanız için sizi aradık fakat yerinizde yoktunuz, ava çıkmıştınız efendim.” dedi.

      Daha sonra sinirli bir ses tonuyla sözlerine kaldığı yerden devam etti: “Öğrenciler şu gerçeği bilmeli ki Harezm Rasathanesi’nde bulunan şeylerin hiçbiri basit bir şey değildir. Hepsi geçmişe ait değerli eşyalardır. Her birinin en az üç yüz yıllık bir geçmişi vardır. Ebu Nasır Hoca bile kendi servetinin yarısını rasathaneye harcamıştır.” dedi

      Ebulfazl Harezmî’nin sinirden sesi titriyordu, daha fazla konuşamadı, sustu. O sustuktan sonra Ebu Nasır sorularını sürdürdü: “Pekâlâ, ne oldu da Abdülmelik’ten şüphelendiniz?”

      Ebulfazl Harezmî kendinden gayet emin bir şekilde cevap verdi: “Uzun araştırmalarımız sonucu şüphelerimiz kesinlik kazandı ve gördüğünüz gibi onu tutukladık, sizin gelmenizi bekledik.

Скачать книгу