Genç Rahmi’nin Hikâyesi. Emin Göncüoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Genç Rahmi’nin Hikâyesi - Emin Göncüoğlu страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Genç Rahmi’nin Hikâyesi - Emin Göncüoğlu

Скачать книгу

anlam veremediği, garip ve ürkütücü bir gezegene düşmüş gibiydi. Alev alev yanan gövdesine rağmen keskin bir buz parçasıyla içini parçalıyorlardı sanki. Yan tarafında sınıfın kirli zeminine savrulan kitaplarına baktı. Özellikle “Sinem’le göz göze gelmemeliyim.” diye düşündü. Nokta nokta yanan beyninin içinden nedense terk edilmişlik duygusu fışkırıyordu. Eğilip yerden kitaplarını alırken bu duygu ile birlikte başındaki zonklama da arttı. Kuru Kafa Celal arkasını döndü ve gidip yerine oturdu. Sonra oturduğu yerden önce sert bakışlarla sınıfı süzdü, ardından Rahmi’nin beyazı kanlanmış gözlerine baktı:

      “Bundan sonra inşallah benim dersimde geç kalmazsın bir daha.”

      Rahmi’nin içindeki öfke artık küçük yüreğine sığmıyordu.

      “Derse geç kalmanın hata olduğunu biliyorum. Ama bu yanlış bir şeyse, yalnız sizin dersiniz için değil, bütün dersler için yanlıştır hocam. Derse beş dakika geç kalmanın bedelinin bu kadar ağır olduğunu bilmemek de benim için ayrı bir hata. Tekrar özür dilerim.” dedi keskin bir sesle.

      Gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Bıraksa içinden kopup gelecek çok söz vardı. Yapmadı. Bütün sınıf gibi Rahmi de söylediği sözlere Kuru Kafa Celal’in nasıl tepki göstereceğini merak ediyordu. Ama onun bir şey demesini beklemeden gidip oturdu yerine. Sinem’in yanından geçerken göz göze gelmişlerdi. Onun yüzüne acıyla baktığını hissetmişti. Rahmi’nin yanında oturan sıra arkadaşı İlyas ikisinden başkasının duyamayacağı fısıltılı bir sesle:

      “Canını çok sıkma, bu deliyi artık hepimiz tanıyoruz.”

      O da Rahmi’nin bu şekilde örselenmesine çok üzülmüştü. Sınıftaki en iyi arkadaşı Rahmi’ydi.

      “Çok iyi söyledin söyleyeceğini.” diyerek onun sözlerini desteklediğini belli etti İlyas.

      Rahmi canı çok yandığı için İlyas’ın konuşmalarına karşılık bir şey demedi. Sadece “sağ ol” der gibi başını sallamakla yetindi. Yediği dayağın etkisiyle dağılan saçlarını titreyen parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Kravatı hafifçe yana kaymıştı. Ne kadar umursamaz görünmeye çalışsa da aslında büyük bir ezilmişlik duygusu içindeydi. Kendi kendisiyle “Neden, neden, neden?” diye sayıklar gibi sessizce mırıldanarak konuşuyordu. Koca sınıfın ortasında onca kalabalığa rağmen yapayalnız kalmış gibiydi. Vücudunun yüzeyinden çok, yanan içiydi. Çocukluktan gençliğe çeşitli sıkıntılarla geçmeye çalışan ruhu koca bir yanardağın ağzından içeri düşmüştü sanki. Açık duran pencerelerden, dışarıda oynayan çocukların sesleri geliyordu çınlayan kulaklarına. Sınıf, ortasından büyük bir şakırtıyla kopabilecek çelik halat gibi gergindi. Pencerelerdeki camların alt sırası, dışarı görünmesin diye beyaz yağlı boya ile boyanmıştı. Sıralardan bakıldığı zaman sadece gökyüzü görünüyordu. Rahmi, üstteki boyasız camlardan gökyüzünün mavi derinliklerine baktı. Bir şeylerin, hiç olmazsa baktığı bir şeylerin kendisini birazcık da olsa ferahlatmasını istiyordu. Sinem’in kısa kesilmiş saçlarını arkadan seyredince, aradığının o olduğunu anladı.

      “Soru bir.” diyen Kuru Kafa Celal’in sesiyle irkildi.

      Bütün öğrenciler defterlerinin ortasından iki sayfa çıkarmış, hazır bekliyorlardı. Rahmi’yi izleyen İlyas defterlerinden kopardığı sayfayı çıkararak onun önüne koydu. Sonra:

      “Kalemin var mı? Evde unuttum.” dedi Rahmi ağlamaklı bir sesle.

      İlyas yedek kalemlerinden birini ona verdi. Silgisini de ortak kullanabilmeleri için sıranın üstüne, ikisine yakın bir yere koydu. Rahmi yazılı kâğıdının sol üst köşesine adını, soyadını, numarasını, sınıfını yazdı. Kuru Kafa Celal’in bazısını okuduğu, bazısını da tahtaya yazdığı soruları donuk bakışlarla çizgili beyaz kâğıda geçirdi. Beyaz kâğıda yazdığı soruları sadece yazmıştı. Onları okuyup anlayabilecek durumda değildi. Hafızası silinmişti sanki. Önündeki beyaz kâğıda boş bakışlarla dakikalarca baktı. Zil çaldığında Rahmi’nin kâğıdı cevabı yazılmayan sorularla öylece duruyordu. Kitap ve defterlerini alarak İlyas’ın şaşkın bakışları altında hızla kapıya yöneldi ve çıkıp gitti sınıftan. Sinem de Rahmi’nin gidişini o gün iri mavi gözlerinden hiç eksik olmayacak kaygılı bakışlarla izledi. Yazılı kâğıdını kendi kâğıdı ile birlikte İlyas götürüp verdi Kuru Kafa Celal’e. Rahmi o gün diğer derslere de girmedi. İlkbaharın rutubetli rehavetinden kurtulup hemen her yanını, çevresini saran ağaçsız tepelerini yaz güneşinin acımasız ve kızgın ışıklarına teslim eden şehrin ara sokaklarında amaçsızca dolaşıp durdu. Az da olsa sakinleşmesi için belki birkaç saatin geçmesi gerekti. Azgın öğlen güneşin etkisini biraz azaltıp, şehrin etrafını saran ağaçsız tepelerin arkasına saklanmak için yola koyulunca, Rahmi isteksizce babasının manav dükkânına doğru yöneldi.

      DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

      Şehir, tepesine dikilmiş yaz güneşinin kavurucu ışıkları altında sıcaktan inim inim inliyordu. Fakat vakit ilerleyip de güneş batıdaki başı çıplak tepelere yönelince azıcık nefes alır gibi oldu. Gün boyu hırpalayıp durduğu insanlar ve hayvanlar yine de buna rağmen gitmek istedikleri istikametlere, bulabilirlerse bina ve ağaç gölgeliklerinden geçerek bitkin ve kızgın ifadelerle gitmeye çalışıyorlardı. Sabah serinliğinde canlı ve kalabalık olan şehrin küçük çarşısı şimdi sessizdi. Çarşı esnafı dükkânlarının serin yerlerine gizlenmiş, sabırsızlıkla akşamın gelmesini, akşam serinliği ile çarşının ve işlerin canlanmasını bekliyorlardı. Yaşlı adam, yüzünün ortasında sıcaktan gevşemiş baygın gözlerini küçük dükkânın kapısına dikmiş, sabırsızlıkla oğlu Rahmi’nin gelmesini bekliyordu. Aslında sabah ezanından beri hem çalışmaktan yorulmuş, hem de tuvalete gitmesi gerekiyordu. Kendini bıraksa pantolonundan aşağı sular boşalacaktı. Bir yandan kendini sıkıp dururken bir yandan da oğluna sövüp sayıyordu. Yerinden titreyerek doğruldu. Yüzünde hem öfke hem de acı çeken birinin ifadesi vardı. Ufacık dükkânı üç dört adımda geçerek kapının önüne çıktı. Bir süre kısık duran yaşlı gözlerini küçük çarşının kendisi gibi yorgun yüzünde dolaştırdı. Her yerde bu saatlerin normal devinimi vardı. Yan yatmış, kıpkırmızı ikindi güneşi küçük çarşının ortasındaki tozlu yolda patlayarak etrafa saçılıyordu. Oğlunun gelmesi gerektiği yöne tekrar umutla baktı. Ama dakikalar tükendikçe yaşlı ve buruşuk yüzü daha çok gerginleşti. Meyve ve sebze kokulu iri bir pençeyi andıran kalın ve çatlamış parmaklarıyla yüzünü beyaz bir post gibi kaplayan yirmi yirmi beş günlük sakalını yavaşça sıvazladı. Bütün bir gününü öldürdüğü dükkânın içine geri döndü. Son iki yıldır diz kapaklarında ve kollarındaki romatizmaları azmış, yaz kış demeden peşini bırakmıyordu. Ağrıyan diz kapaklarını geniş ve nasırlı avuçlarının içleriyle huysuz bir tayı yatıştırır gibi şefkatle okşadı. Küçük dükkânın soluna meyve tablaları, sağına da sebze tablaları yere doğru hafif bir meyille sıralanmıştı. Bunların ortasında koridor gibi bir yerin sonunda sırtını duvara yaslamış küçük tahta kürsüsünde oturuyordu. Kapıda yirmi beş otuz yaşlarında iyi giyimli birisi belirince heyecanla yerinden doğruldu:

      “Buyurun beyim!”

      “İki kilo şeftali alacaktım da.”

      “Hemen!”

Скачать книгу