PANDEMİ. Seher Tanidik

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу PANDEMİ - Seher Tanidik страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
PANDEMİ - Seher Tanidik

Скачать книгу

yanlış anlama ama siyaset kim sen kim?” diye muhabbete devam etti. En iyi bildiği şey çene çalmaktı çünkü.

      “Niye öyle diyorsun? Yakıştıramadın mı beni bakanlık koltuğuna?”

      “Ondan değil abicim. Sen doktor olmak için yaratılmışsın bir kere. Senin o işlere kafan basmaz,” dediğinde yapmacık olduğu belli olacak şekilde kaşları çatıldı Ali’nin. Bu sefer de Can toparlama ihtiyacı hissederek “Yani abicim yanlış anlama da siyaset başka bir dünya. Hem sen olmazsan ben ne yaparım?” diye kıvırdı lafı. Ali de güldü ve o kocaman eliyle omuzundan tutup salladı asistanını. Zayıf oğlan mısır dalı gibi sallanıyordu Ali’nin ellerinde.

      “Merak etme çömez. Senden iyi bir enfeksiyon hastalıkları uzmanı yapmadan buraları bırakmam. Hem benim ne işim olur siyasetle? Acil toplantı varmış Bakanlıkta. Ona gidiyorum.”

      Sözünü bitirip hızlı adımlarla uzaklaştı. Çok gitmemişti ki geri döndü, bir şey diyecekmiş gibi etrafa bakındı. Uzaktan diyemedi, Can’ın yanına geldi, iyice yaklaştı.

      “Dün bir ara Tuba uğradı, seni sordu. Can Bey’imiz nöbet çıkışı izinli, diyemedim kıza. Hoş ne diyeceğimi de bilemedim, geveledim bir şeyler. Sen ne işler çeviriyorsun bakayım? Daha geçenlerde bana demedin mi, abi ben bu kızla evlenmeyi düşünüyorum, diye. Kızcağızın senin izinli olduğundan bile haberi yok oğlum…”

      “Abi tamam, evleniriz de daha ortada kesin bir şey yok zaten. Ben de çok bunaldım bu aralar, biliyorsun. Sınavlar, nöbetler falan derken gençliğimi yaşayamıyorum. Dün de arkadaşlarla Gölbaşı’na doğru kaçmıştık. Tuba’nın vizeleri var diye ona söylememiştim,” diye açıkladı vaziyeti.

      “Sana gezme demiyorum oğlum ama madem bu kızla görüşüyorsun haberleşmeyi ihmal etmeyin. Telefon diye bir icat var.”

      “Abicim, ince bir vaziyet vardı, Tuba’ya o yüzden söylemedim. Anlarsın ya,” diye lafı dolaştırdı.

      Anladı Ali. Can’ın söylediklerini de söyleyemediklerini de anladı. Durdu ve yüzüne Can’ın daha önce hiç görmediği bir gülüş yerleştirerek “Oğlum, sen eğlenilecek kızların peşindesin ama bil ki kızlar da adam gibi adamlarla diğerlerini ayırmayı iyi bilir. Benden söylemesi. Kapının önüne konduğunda üzülmeyesin sonra,” dedi.

      Lafını bitirince başka bir şey demeden arkasını dönüp gitti. Gülüşü öylece asılı kaldı koridorda. “Tamam tamam birazdan ararım Tuba’yı,” dedi içinden Can. İşleri bitmemişti daha. Aklı Tuba’ya takılmıştı.

      “İyi de Ali abi dün ona ne dedi acaba? Sorsaydım keşke. Zormuş bu işler. Tek ayak üstünde iş çevirmeler. Kızı üzmeyi de hiç istemiyorum. Bu sene beşinci sınıf zaten, stajları da zor geçiyor. İyi ki burada değil de Hacettepe Tıp’ta okuyor. Yoksa her daim aynı hastanenin içinde dip dibe olmaya ne gerek var? İşin kötüsü onun hayali, uzmanlığını burada, Ankara Tıp’ta benimle birlikte yapmak. Bu kızda ne gereksiz bir romantizm var yahu, anlamadım gitti. Yok efendim evlenince birlikte gider gelirmişiz. Hastanede öğle yemeklerini birlikte yermişiz. Nöbetlerimizi de ona göre ayarlayalım bari. Yalnız yatmamış oluruz dedim, diye bana üç gün küstü.”

      Nöbetten kalma bütün işleri bitirmişti ama servisi devredeceği asistan daha gelmemişti. Doktor odasında beş-on dakika uyuklayabileceğini hesap etti. Odaya girerken kapının hemen yanındaki aynaya gözü takıldı. Yeşil forması hâlâ üzerindeydi. Ali gitmişti nasılsa, bir ara çıkartırdı.

      Aynayı geçen ay Ali astırmıştı buraya. “Odaya girip çıkarken kılık kıyafetinizi gözden geçirin çocuklar,” demişti. Bir doktorun dış görünüşünün her zaman kusursuz olması gerektiğini söylerdi. En çok da Can’ın gözlerine bakardı bunu söylerken. Serviste en çok sevdiği ve en çok kızdığı adam Can’dı çünkü.

      “Bence rahatlık her zaman şıklıktan önce gelir abi,” dediği bir gün “Sen doktorsun, ona göre doğru düzgün giyinmelisin,” demiş ve gün boyunca da surat asmıştı Can’a. Ali her sabah servise ilk gelen kişi olmasına rağmen tıraşlı ve jilet gibi giyinmiş olurdu. Nöbet sonrası sabahlarında bile kimse inanamazdı onun önceki gece nöbetçi olduğuna.

      Can o kadar kasamazdı doğrusu. Asistanlığının ilk yılıydı daha. Hayatı boyunca çok çalışmıştı zaten. Lise, üniversite, uzmanlık sınavı, çalışarak her istediğini başarmıştı. En büyük hayalini de gerçekleştirmişti. Uzmanlık sınavında ilk tercihini kazanarak bu hastanede asistanlığa başlamıştı. Şimdi biraz eğlenmeyi hak ettiğini düşünüyordu. Servisi devredeceği asistan gelene kadar azıcık uyumak istedi. Tuba’yı ve Ali’den yediği fırçayı düşünmekten uyuyamadı. Sabah haberlerini açtı.

      4 Nisan 2024, Nermin

      Ayların en güzeli bu evi de şenlendirmişti. Masadaki lale vazosunda rengârenk laleler vardı. Bu şehirde geçen uzmanlık eğitimi sırasında Nermin’in en büyük zevki nöbet çıkışları Kızılay’da, Sıhhiye’de dolaşmak ve birkaç lale alıp eve dönmekti. Kaç yılı geçmişti bu şehirde. İlk zamanlar hiç sevmiyordu Ankara’yı. Çok gri geliyordu ona; çok soğuk, çok memur şehriydi Ankara.

      Belki de kabahat Ankara’da değildi. Bursa’nın yeşilinden sonra Ankara’ya alışması yıllar sürmüştü. Doğma büyüme Bursalıydı. Şehrin bir ucundan diğerine gidene kadar bir dağ, bir ova, bir deniz geçer, ruhu hangisinde konaklamak isterse orada durabilirdi insan. İster yirmi kubbeli camisinde geçirirdi saatlerini isterse çevresindeki çarşıda. Öyle çeşnili bir şehirdi ki her gönlü doldururdu Bursa.

      Nermin yirmi yılını Bursa’da yaşamıştı. Şehrin göbeğinde, insanın ve binanın en yoğun olduğu yerde. Fakültedeyken sınıf arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışında Heykel’deki meşhur pastanenin önünde otobüsten iner, şehrin caddelerinde yürürlerdi. Beş dakikada Ulu Camii’ne varırlardı. Yorulunca Koza Han’da bir mola verirlerdi. Mevsim yazsa limonata, kışsa sıcacık salep içerlerdi. Nermin içeceğini beklerken başını göğe kaldırıp Bursa’yı onun şehri yapan çınar ağaçlarının arasından gökyüzünü seyrederdi. Mola bitince Kapalıçarşı’nın albenili vitrinleri arasından Reyhan’a doğru inerlerdi. Şehre ilk kez gelenlerin bile kokuları takip ederek kolayca bulabileceği tarihi fırının tahinli pidesini çok severdi Nermin. Oradan aşağıya doğru sallanıp Şehreküstü’den Altıparmak’a uzanırlardı. Sevgililerin buluştuğu Burç Pasajı’nın önünden geçerken yutkunurlardı illa ki. Çekirge’ye kadar yürürlerdi, evleri oradaydı. Böylece Bursa’yı boydan boya gezmiş olurlardı. Şimdi düşününce komik geliyordu ama onların gözünde bu kadarcıktı Bursa.

      Nermin o şehrin çocuğuyken bin bir kapılı parkını çok severdi. Annesiyle babası bu kocaman parkta kaybolmadan yollarını nasıl buluyorlar, diye şaşardı. Her seferinde bir kapıdan girer başka kapıdan çıkarlardı. İlk gençlik yıllarında da bozulmadı büyüsü. Hayallerle dolu Nermin, parkın ince uzun, kıvrımlı yollarına sığınırdı tek başına. Çekirge Caddesi’ne bakan taraftaki, kollarını iki yana açmış şehri kucaklıyor gibi heybetli duran asırlık çınar ağacının altında bir rüyalık uyur, bir ömre bedel rüyalar görürdü.

      Yukarıdan tıkırtılar gelmeye başlayınca Bursa’dan Ankara’ya döndü. Çocukluğunu

Скачать книгу