Erken Uyanan Adam. Hevir Tömür

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Erken Uyanan Adam - Hevir Tömür страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Erken Uyanan Adam - Hevir Tömür

Скачать книгу

dükkânları çoktu. Pazar sokaklarının üstü kapalı olup güneş düşmüyordu. Şehir merkezindeki meşhur iki katlı lokantanın etrafında bakkallar, ayran –şurup satıcıları çoktu.

      Atlıların şehrin içine girişi tüm dükkâncıların dikkatini çekti.

      –Boz renk ata binen Abdülhaluk Uygur mu? –dedi bir dükkâncı yan dükkândaki kumaş tüccarına bakıp.

      Atlılar yaklaşıp geldiler, onlar hangi dükkânın karşısına gelse, o yerdekiler onlara selam veriyordu. Atlılar da selama karşılık verip onlara hürmet gösteriyordu. Abdülhaluk Uygur insanlara selam verip vücudunu eğdiğinde altındaki atın beli eğilmiş gibi görünüp insanları hayran bırakıyordu.

      –Hakikaten yiğit adam ha! dedi. Biraz önceki dükkâncı karşısından geçip giden Abdülhaluk Uygur’un arkasından bakıp.

      –Çince okuyan otuz çocuğun içinde Abdülhaluk Uygur birinciliği kazandı diyorlar, dedi tüccar onun iyi okumasına hayran olarak.

      –Medresede okuduğu zamanlarda derslerde iyi olduğunu duyuyorduk, dedi dükkâncı söz sırasını elden bırakmadan.

      –Şimdi onun şairliği hepsini aştı, -tüccar kendi bulduğu bazı delilleri ortaya koyarak devam etti, onun yazdığı şiirleri Urumçi, Kumul, Manas, Guçun taraflarından gelen öğrenciler, tüccarlar taşıyorlar, diyorlar. Güzel yazılmış olmasa, başkaları özellikle gelip, alır götürür mü?

      Atlılar pazarı uzunlamasına geçip batı kapısından çıkıp gitmişti.

      –Bu sıcakta nereye yürüyorlar?

      –Ekberhan’la birlikte gitmelerine bakılırsa, Yargol’a gitseler gerek, dedi tüccar çıkarım yaparak.

2

      Ekberhan’ın babası Törehan o yıllarda Özbekistan’dan gelip Turfan’a yerleşen, ticaretle meşgul olup, bağ bahçe yetiştiren, hali vakti yerinde, misafirperver ve belli bir medeniyet seviyesine sahip bir kişi olup, bugünlerde Yargol’daki bağ evinde yaşıyordu.

      Misafirler tertemiz döşenmiş büyük misafirhaneye yerleşti. Misafirhaneye meşale gibi kilimler yayılmış, onların üstüne ipekli kumaşlarla kaplı uzun pamuk döşekler serilmişti. Kuzeydeki duvara koyulan bir çift pencereden bağdaki elma kokularına doymuş serin rüzgâr doluyordu. Abdülhaluk Uygur’la Latif Efendi nişlerdeki şişelere üstünkörü bakıp otururken, Ekberhan çay alıp geldi. On-lar havadan sudan konuşup dururken, Ekberhan’ın babası Törehan asasını tıkırdatarak geldi.

      Törehan hayli önceden Abdülhaluk’un zekiliğini, şairliğini bilhassa Çinceyi iyi derecede okuyup yazdığını duymuş, onunla tanışmayı arzu etmişti. Onun içindir ki, o şairin geldiğini duyunca biraz sohbet edip çıkayım diye içeriye girmişti. Evdekiler hep birlikte yerlerinden kalkıp selam verip görüştükten sonra, ona başköşeye oturmasını teklif ettiler. Fakat Törehan bacağının ağrımasını bahane ederek kapının yanındaki koltuğa oturdu ve hepiniz hoş geldiniz deyip hal hatır sordu. Sonra Abdülhaluk’a bakıp:

      –Evet, oğlum Abdülhaluk, seni büyük şair oldu diye duydum, diye söze başladı yarım yerleşmiş Özbek telaffuzuyla, Çinceyi herkesten iyi derecede okudu diye duydum, memnun oldum, tebrik edeyim diye girdim, sizlere zahmet vermedim değil mi?

      –Yok, hiç öyle olur mu, dedi konuklar bir ağızdan, biz de sizi iyi gördüğümüz için memnun olduk.

      –İnşallah, iyi mi duruyorum, dedi ihtiyar minnettarlıkla bakıp, biraz durduktan sonra sözünü devam ettirdi, -yaşlılıkta bacağımın ağrısı cefa vermese, sağlığım oldukça iyiydi.

      –Şimdi de iyisiniz, dedi Latif Efendi gönül alarak, -yazın altıncı ayın kumu şifa verir. Gömülseniz bacağınız iyileşirdi.

      –Kuma diyorsunuz? Birkaç yıldır işimiz bu, dedi ihtiyar cevap verip. Öyle de desek böyle de desek, Allah’a şükür yetmiş bu kadar yıldan beri bu iki bacağım iyi hizmet etti. Ağır gövdemi zahmet görmeden ne yana desem o yana alıp götürdü. Kazan, Petrograt’lara birçok defa götürdü. Semerkant, Buhara şehirlerini temaşa ettirdi. Harezmî çöllerini gezdirdi, en sonunda da Taşkent’ten kaldırıp kadim başkent Eski Turfan’a alıp getirdi. Yine de ağrımaz bacaklarmış… Velhasıl kelam, kuma gömsem de, gömmesem de ağrır. Eğer dili olsa, yetmiş bu kadar yıl ağır gövdeni taşıdım, bende daha ne hakkın kaldı dese yeridir. Allah’a şükür, şimdi de beni kaldırıp götürüyor.

      İhtiyar kendi sözünden hoşnut kalıp güldü. Diğerleri de gülüşüp, başlarını sallayarak ihtiyarın sözünü tasdik ettiler.

      –Ekber’den duyduğumda çok memnun oldum, diye sözünü devam ettirdi ihtiyar Abdülhaluk Uygur’a bakıp, -niçin dersen, Çince denen de bir çeşit dil, dil dediğin ilim ama kolayca öğrenilecek bir ilim değil. Nasıl, bu sözüm doğru mu?

      –Doğru, doğru söz, dedi misafirler bir ağızdan, dedenin sözünü kabul ederek.

      –Bir zamanlar ben de Çince öğreniyordum, dedi ihtiyar yeniden söze başlayıp, misafirler dikkat kesilip oturdular. Boş oturacağıma kendime bir meşgale edineyim dedim. O zamanlar Çince öğreneyim diye hoca buldum. Ona aylık beş ser gümüş vermek için anlaştıktan sonra, ders almaya başladım. Dilimin esnekliğini kaybetmiş olmalıyım, fazla ilerleyemedim. Öyle de olsa birkaç ay çalışıp bazı şeyleri öğrendim. Öğrendiğim kelimeler gittikçe çoğalıyordu, yazı sayısı fazlaydı. Bugün bakınca, önceden bildiklerimi şimdi bilmiyorum, yazdıklarımı şimdi okuyamıyorum. Aca-yip iş. Çincede satmaya “mey” denirken, satın almaya da “mey” deniliyor. Hepsinden ilginci, On’a “şiga” denirken karpuza da “şiga” deniliyor. Böyle olunca nasıl öğreneceğim diye aklım karıştı. Kısacası, Çinceyi öğrenmek kolay değil deyip bıraktım. Şimdi benim bilmek istediğim, böyle müşkül bir işi sen nasıl başardın, oğlum? Eğer gerçekten bu dili iyi öğrendiysen ben seni tebrik ederim!

      İhtiyarın ilgi çekici sözlerine misafirler gülüştü. İhtiyarsa gülmeden sözüne devam etti:

      –Çin dediğin kalabalık bir halk, tarihi eski, medeniyet zenginliği çok bir millet. Çinceyi öğrenmezsek, bu milletin tarihi, medeniyeti, coğrafyası ve başka ilim ve hikmetlerinden haberdar olamayız. Onun için Çinceyi iyi öğrenmek gerek.

      İhtiyarın sözü, hitap şeklinde duyuldu. O evdekilere tek tek bakıp devam etti:

      –Sen de böyle yaparak, sonunda bu dili öğrendin. Bunun için Barekallah! Sen şimdi bana cevap ver, bir zamanlar birileri Çince harf sayısı beş bine yakın diyorken, yine birileri sekiz bine yakın diyor. Şimdi senden öğrenelim, bunun hangisi doğru?

      Duyduklarınız doğru. Herkes kendi bilgisi ölçüsünde söylüyor dedi. Abdülhaluk Uygur cevap verip. Ama ihtiyar onun sözünü keserek sordu:

      –Hadi senden duyalım, Çince harflerin tümünün sayısı kaç?

      –Çin dilinin özel lügatleri var, onlara göre, harflerin toplam sayısı on beş bine yakın.

      –Ne dedin? On beş bin mi?! Abdülhaluk Uygur’un sözüne şaşıran ve afallayan ihtiyar tereddütle onun bunun gözüne baktıktan sonra devam etti, -bu kadar çok harfi bu halk biliyor

Скачать книгу