Mil. Sabir Şahtahtı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mil - Sabir Şahtahtı страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Mil - Sabir Şahtahtı

Скачать книгу

yere nüfuz edip suyun yolunu kesmek istiyordu. Kum taneleri çeşmenin gözünden tek tek ayrılsa da aşağı hızla giderken sanki mıknatıs gibi birbirlerini çekip birleşiyorlardı.

      Uzun bir süre çeşmenin gözünü seyrettikten sonra eşeklerin birinin üstündeki heybeyi alıp tepeye tırmandım. Çimenlikte yerimi hazırlayıp uzanmıştım. Bu yaşa gelene kadar ilk defa bulutları bu kadar dikkatle seyretmiştim. Ben onların hareket istikametinin aksine uzanmıştım. Güçlükle fark edilen dağların arkasından çıktıkları düşünülen, top top beyaz bulutlar bana doğru aktıkça hızlarını artırıyor, sonra bir dediği bir dediğini tutmayan insanlar gibi ayrılıp dağılmaya başlıyor, birbirlerinden kopunca renklerini değiştiriyorlardı. Bu ayrılık bulutlara pahalıya mal oluyordu. Küçük parçalara ayrıldıkları için rüzgâr onlara gücünü gösteriyor, her birini bir tarafa savuruyordu. Bulutlar yeniden birleşmek isteseler de rüzgâr buna fırsat vermiyordu. Bu ayrılığın ne kadar acımasız olduğunu anladıklarında keder boğuyordu onları. Üstlerine çöken kederin tesiriyle bazılarının rengi bozarıyor, bazıları kararıyor bazıları ise ağardıkça ağarıyor ya da mavi bir hâl alıp gökyüzünde seçilemez oluyordu. Bu ayrılığı kendilerine dert edinip göz yaşları akıtmaya başlıyorlardı. Bu düşünceler içerisinde aniden, hastalanmadan önceki son dersimizde dedenin Mevlâna Celâlettin Rumi’nin ibretlik fikirlerinden bahsettiği “Bulutlar ağlamasa çimenler gülmez!” ifadesini hatırlayıp yerimden kalktım. Etrafımdaki çiçekler, rengârenk laleler sanki dile gelip konuşuyordu. Rengârenk goncalar bulutlara minnettarlığını gösteriyormuş gibi başlarını eğiyorlardı.

      Akşam yemeğinden sonra atlara su verdim. Benim bindiğim at kovanın dibindeki suyu öyle höpürdetti ki irkilip geri çekildim. İşte bu sırada yaşlılar çadırdan çıktılar. Dedenin emredici sesini işittim:

      – Arzu, her birine birer kova da su ver. Atların midesi büyük olur. Günde dört beş defa doyuncaya kadar su içmeleri gerek. Doymazlarsa yolda su kokusu aldıkları gibi sağ sola gidecekler.

      Yola çıkmaya hazırdık. Dede atının başını okşaya okşaya ağzına bir şey koydu ve yavaşça “Niye önce kendi atını sulamadın? İnsan önce kendi atına dikkat etmeli!” deyince dilimin ucunda hazır beklettiğim “Dedenin atı ikinci olamaz!” ifadesiyle onun gönlünü okşadım. Dedenin gözleri gülümsedi. Bıyık altı gülümsemesini göstermek istemese de bunu hissedip rahatladım. “Ey çocuk yardım edin de bu atın eyerini değiştirin!” deyip iri parmakları ile saçlarımı karıştırdı. Gelirken çıplak atın bedeninde aldığım zevki, geri dönerken sert eyerden alıyordum. Şimdi ben sanki kanatlı Kırat’a binip uçuyordum. Dede, muhtemelen bu zamana kadar kimsenin binmesine izin vermediği atını bana vermişti.

      Yayla gezisi tabiata olan büyük sevgimi zirvelere taşımıştı. Çok iyi hatırlıyorum, hastalanmadan iki üç gün önce dedeye Kazan’ı özlediğimi söylemiştim. O, hasretimi dindirmek için mi beni gezmeye götürdü, yoksa atın bedeninin sıcaklığıyla iyileşmem için mi anlayamadım. Ama ben bunun her ikisinin de tadını aldım. Alembek dedenin bir tek oğlu varmış. Onun din alimi olması için ne kadar çalışsa da umutları suya düşmüş. Adam, oğlunun asker olup Rus devletine hizmet etmesini istemiyormuş. Ruman ana oğlunun üniformalı fotoğrafını sandıkta saklıyor, kocası evde olmadığında gizli gizli okşuyordu. Ben bütün bunları çocuk aklıyla seyretmekten öteye geçip hiçbir şey sormuyordum.

      Çocukluğumun Çeçenistan döneminde hafızama sonsuza dek kazınan hatıra, Çakaran helhar25 dansı oldu. Ben bu dansı toplam iki kez izleyebildim. Dede ayrı ayrı köylerden, yaylalardan yirmiye yakın dostunu misafir olarak davet etmişti. Misafirlerin ne için çağrıldığını bilmiyorum, dedenin bu işi genç bir delikanlıya verdiği ve adres olarak eski bir yer adı söylediği yadımdadır. Dedenin dostlarının hepsi buluşma yerine yanında yardımcı getirmişti. Ben onun yardımcısı olsam da odun toplamaktan başka elimden bir iş gelmiyordu. Hayvan kesmek, derisini yüzmek, eti parçalamak, ocak yakmak gibi işler o kadar hızlı yapılıyordu ki sanki bir talimat verilip iş paylaşımı yapılmıştı. Yeme içmeden sonra yaşlılar ocak başında omuz omuza sık durup, alkış tutup, şarkı söyleyerek halay çekiyorlardı. Ben bu manzarayı büyük bir hayranlıkla seyrediyordum. Sonra halay sırası biz yardımcılara geldi. Bizim halayda ne azamet vardı ne de coşku. Evde sordum:

      – Dede, bu halayı niye köyde çekmiyorsunuz?

      Tek kelime “Yasaktır” diyerek beni sohbet konusundan uzaklaştırmak istese de susmadım:

      – O zaman niye çekiyorsunuz?

      Bu defa beni dikkatle süzerek gözlerini kıstı. Ateş püsküren bakışlarından korkup geri çekildim. O, bunu anladı. Önce konuşmak istemese de direk gözlerimin içine bakıp, bununla sanki “Sana güvenerek söyleyebilirim.” dercesine ikaz ettikten sonra yavaş yavaş konuştu:

      – Arzu, bu savaş öncesi cesaretlenmek için yapılan bir millî danstır. Sık sık hatırlıyoruz ki unutulmasın hem de gençler öğrensin. Adamın içinde savaşma azmi varsa bu büyük bir mutluluktur.

      – Savaş dansı mı? Hitler ölmedi mi? Yine savaş mı olacak?

      Şimdi de ben sorularla halay çekmiştim. Dede, dudağını azıcık yana büküp:

      – Arzu, Çeçenler için savaş her zaman var. Buna hazır oluyoruz ki her fırsatta şerefle savaşalım. Dansımızı çok mu beğendin?

      – Çok beğendim, dede, hem de çok. Ama gençler sizin gibi güzel okuyamıyor.

      – Çünkü bu halay basit bir dans değil. Yallı26 oynayanlar ruhlarını göklerde görebilsinler ki seslerin hepsi aynı tonda çıksın. “Çakaran helhar” cihat nağmesidir. Bunu koro hâlinde söylemek için ruhların savaş ateşini birlikte yakabilmesi gerekir.

      Dedenin müritliğinde iyi vakit geçirdim. Beni yolcu etmeden evvel isteğim üzerine arkadaşlarını yine ocak başında toplayıp “Çakaran helhar” merasimi düzenledi. Bu sefer dansın başından sonuna kadar gözlerimin önünde savaş sahneleri, düşmanı hedef alma, at üstünde kılıç sallama, sürüne sürüne bir siperden diğerine geçme gibi sahneler canlandı.

      … Her gün öğrendiğim yeni bilgiler okulda bir yılda öğrendiklerimden daha fazlaydı. Diyelim ki gece rüya gördüm. Nereye baksam Marşal’ı görüyordum. Son anda içimdeki ümit ışığı yolumu aydınlatıyordu. 1 Eylül’de yeniden bir sıra arkasında oturacaktık. Ne yaparsan yap kaderin ne gösterdiğini gör. Eylül’de Vera Marşal bizim sınıfa gelmedi. Aslında böyle olacağını biliyordum. Sadece tekrar sınıfımıza gelmesini umuyordum. İki ay sonra biz Kazan’dan taşındık. Annemin ani bir şekilde hastalanarak vefat etmesi babamı bu kararı almaya zorladı. Annemin cenazesinden kısa bir süre sonra, ninemin himayesi altına alındım. Artık Moskova’da yaşayacaktım. Ninem Benaltın İlbekovna inançlı bir Tatar Türk’ü, Müslüman bir kadındı. Yakın akrabaları ve yaşıtları ondan yalnız Roza, diğerleri ise Roza İlbekovna olarak bahsederdi. İki isimli olmasının sebebinin, merhum annesinin çocukken soğuk havalarda yanaklarının bir gül kadar pembe olması nedeniyle ona böyle seslenmesi olduğunu çok sonra öğrendim. Ninemin en sevdiği meşguliyetlerden biri örgü örmekti. Çocukluk dönemimde elinde örgü varken yanına yaklaşmama asla izin vermezdi. Dikkatsizlikle millerin elime batmasından korkuyordu. Genellikle ilmekleri dört adet çelik renkle toplayıp bazen bir

Скачать книгу


<p>25</p>

Çakaran helhar (Чагаран хелхар): savaştan önce çekilen millî halay.

<p>26</p>

El ele tutuşarak birbirine bağlılığı sembolize eden bir dans türü.