Sessiz Göç. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sessiz Göç - Анонимный автор страница 2
“Selam, baça! Haydi, nasırlı ellerini ver bana. Ellerini yüreğimin üzerine koyayım. Ellerini ver, göğsüme bastırayım!”
Afganistan’da savaşmış bir asker sahnede çığlık atıyor:
“Ey yerle bir ettiğim ovalar! Ey harabeye benzeyen şehirler! Nasılsınız? Ey ölümün ağır yükünü küçücük omuzlarında taşıyamayan baça! Sen şimdi nasıl yaşıyorsun?”
Ne yazık ki, o uzak başkent televizyonunun, yarı karanlık sahnesinde yüreğini parçalayarak marşlar, şarkılar söyleyen, o askere sesimi ulaştıramıyorum. Eğer sahnedekilere sesim ulaşsaydı, onlara:
“Ölüm adresine gönderdiğiniz sevgi mektuplarına, benden de bir selam yazın,” derdim. Deyin ki:
“Selam, Ferah!..”
“Selam, Şindand!..”
“Selam, Kandahar!..”
“Selam, Herat!..”
“Selam, Asker Mehmedaskeri!..”
Ne zaman Afganistan ismini duysam, gözlerimin önüne Herat gelir. Sonra o kadim ve gizemli şehrin gözümle çektiğim ve belleğimde kalan donuk resimleri arasından, telaşlı genç bir oğlan, mezardan kalkar gibi boy verip karşıma dikilir. Bir müddet yüzüme garip garip bakıp gülümser. Nurlu çehresinde, baktıkça ağlanacak bir ölüm hüznü, mahzun bakışlarında, düşmemek için yonca yaprağına tutunan çiğ tanesi…
Adı: Asker.
Soyadı: Mehmedaskeri.
Ben, Afganistan savaşında soydaşımız Asker ile Herat’ta karşılaşmıştım. O gün bu gündür de nerde bir garip soydaşımızla karşılaşsam, Asker Mehmedaskeri de gelip o garibin yanı başına dikilir…
Lanet şeytana!..
Onunla tanıştığımızda mevsim bahardı. Fakat şimdi bu soğuk kış günlerinde, buz tutan dallarda büzüşüp cıvıldaşan serçelere bakınca da onun ruhunu görüyorum. Sanki onun ruhu uçup gelmiş bu taraflara…
1980 yılının ilkbaharıydı. Afganistan silahlı kuvvetleri Herat’ta bir askeri operasyon gerçekleştirecekti… Beşinci taburun bölüklerinden oluşan çok sayıda asker, hava kuvvetlerine bağlı jetler, topçu bataryaları, tank birlikleri ve bizim istihbarat taburunun “Müslüman” ve “Sakallılar” diye adlandırılan birlikleri de operasyona katılacaktı. Aslına bakılırsa zayıf ve başıbozuk Afgan ordusunun, kendisinden kat kat güçlü, iyi silahlanmış, tecrübeli ve çevik mücahit gruplarını yenerek zafere ulaşması mümkün değildi. Bu düşünce, savaş şakasından başka bir şey değildi. Tabii ki, ağırlık Sovyet ordularının üzerindeydi.
O gün “Halk Ordusu” diye tabir edilen Afgan gönüllüleri de bize katılmıştı.
Operasyonların ne zaman başlayacağını hiç kimse bilmiyordu.
O gün, askerler Herat şehrinin güney kısmında bulunan çölde toplanıyorlardı. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Sivil üniformalı Afgan gönüllüleri, bizim askerî teçhizatlarımıza büyük bir merakla bakıyor; subay ve askerlere özel bir yakınlık gösteriyorlardı. Bu içten davranışların doğal bir sonucu olarak da bizim Sovyet askerleriyle Afgan gönüllüleri arasında alışverişler başladı.
Onlar bize tırnak makası, sakız, kuru üzüm, tesbih armağan ediyor; karşılığında da bizden kazak, tabak, kaşık, ayakkabı, şapka gibi hediyeler alıyorlardı.
Tercümanlar, Afgan gönüllülerden yakasını kurtaramıyorlardı. Her biri bir tercümanı kolundan tutup bir yerlere çekiştiriyordu. O hengâmede ağızdan çıkanı kulak duymuyordu. Farklı dillerde konuşan insanlar birbirlerini anlamak için can atıyorlardı. Tercüman kıtlığı vardı. Bu kargaşadaki insanların derdini, başkasına aktaracak tercüman bulmak zordu.
Dostum, Bakir Gamberov’la bir tankın gölgesine oturmuş, kendi dilimizde sohbet ederek bir şeyler atıştırıyor, şakalaşıyorduk…
Bakir’in alaylı sözlerinin, yaptığı esprilerin ardı arkası kesilmedi, sohbet hayli uzadı. O, âdeti olduğu üzere “Vağzalı” oyun havasını ıslıkla çalmaya başladı. Sonra da hatırladığı türküleri mırıldandı.
Etrafta hiç kimse birbirine aldırmıyordu. Sanki herkes kendi iç dünyasına çekilmişti. Sabahtan beri oraya buraya koşuşturup duran Afgan gönüllülerinin sesi de kesilmişti. Birden baktım ki, yanı başımızda duran Afganlardan bir tanesi yerinden fırlayıp tercümanımız Şerifov’a doğru koştu. Bakir’le beni göstererek ona bir şeyler anlattı. Otuz otuz beş yaşlarındaki bu gencin, deminden beri bizim etrafımızda dolandığını hatırladım. Az ileride oturmuş sessizce bizi dinliyordu.
Bu hengâmede, bu kargaşanın içerisinde oğlanın davranışlarının normal olduğunu zannetmiş ve önemsememiştik. O, tercümanın kolundan tutup yavaş yavaş bizim yanımıza getiriyordu. Bakir’le ben şaşkınlıkla birbirimize baktık: Acaba ne olmuştu?
Afganlı ile göz göze geldik.
Afganlı, Şerifov’a Peştunca bir şeyler söyleyip sustu. Şerifov öksürüp boğazını temizledikten sonra “Peki, peki,” diyerek başını salladı, tasdikledi ve güldü. Ardından bize Rusça sordu:
“Onun ne söylediğini anladınız mı?”
“Elbette anlamadık,” dedim.
“Deminden beri sizi dinliyormuş. “Ben de Azeriyim,” diyor. Fakat Azerbaycan dilini bilemediği için size hiçbir şey soramamış. Sizinle daha yakından tanışmak istediğini söylüyor.”
“Peki, o bizim Azerbaycanlı olduğumuzu nerden anlamış?”
Şerifov, söylediklerimizi ona tercüme etti. O, tercüman aracılığı ile hiç beklenmedik bir cevap verdi bize:
“Öyle tatlı konuşuyorlardı ki… Kalbim yerinden oynadı. Hayatım boyunca sadece bir kez duydum bu dili… O zaman küçük bir çocuktum…”
Biz şaşkınlıkla birbirimize baktık. Onun yüzünde, savaşın yakıp soldurduğu renkler içinde bir çocuk saflığı boy veriyordu. Anlayamıyorduk. Bu ilkbaharda, bu Herat çöllerine, bu savaşın ortasına nerden düşmüştü bu çocuk…
“Sadece babam konuşmuştu bu dilde… Ölümünden bir gün önce… Vasiyet etti, hepimizle helalleşti. Sonra da dedi ki: “Atımı getirin!” Getirdik. O, atının boynuna sarılarak ağladı. Hepimiz donup kalmıştık. Babam atıyla, bizim hiçbir zaman duymadığımız bir dilde konuşuyordu… O zaman ben, babamın ölümlü bir yere değil de, o an konuştuğu dilin konuşulduğu yere doğru bir sefere çıktığını zannetmiştim.”
Ben yavaş yavaş kendimi kaybediyordum. Burada,