Çaresiz Yolcu. Novruz Necefoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çaresiz Yolcu - Novruz Necefoğlu страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Çaresiz Yolcu - Novruz Necefoğlu

Скачать книгу

bir hırıltı duydu. Kurumuş ağ kangal dallarının arasında bir şey kıpırdadı. Gözlerini güçlükle de olsa birazcık geniş açıp dikkatle bakmaya başladı. Yanılmamıştı, hareket eden kuru kangal dalları arasından gelen o sesi çıkaran bir yılandı. Korkmuş, korkudan taş kesilmişti. Sıcaklığın hararetinden adeta pişen, başına gelenlerden ve yıllar boyu çektiklerinden dolayı yorgun düşen yüreği, delice çarpıyor, yerinden kopmak istiyordu. Yılana doğru gitmesi mümkün değildi, Allah’a yalvarıyordu, içinden kopup çıkmak isteyen yüreği, bir anda coşan beyni ile “Allah’ım yılan bana doğru gelmesin,” diye yalvarıyordu.

      Bu yılan Gürze8 ise üstüne doğru sıçrayabilirdi. Dikkatle sesin geldiği yere doğru bakıyor, birdenbire karşısına çıkan bu “sahra avcısı”nın ne tür bir yılan olduğunu öğrenmek istiyordu. Evet! Galiba gürze idi, yok yok efi9 yılana da benziyordu… Gürze öğle vaktinin yakıcı sıcağında güneşlenmek için can atar, adeta güneşle kucaklaşır, kızgın toprağa sarılır. Şimdi de vakit öğle ve yakıcı bir sıcak olduğu halde neden kangal dikenlerinin arasına sokulmuştu? Gürze ki, açık arazide, kuyruğu üstüne dikilerek gezerdi. Kendini toparlayıp biraz daha dikkatle baktı. Yılanın rengi kırmızydı. Kızıl yılan! Evet, kızıl yılandı, şükür Allah’a… Derinden bir nefes aldı. Büyüklerin: “Kızıl yılan, yılanlar içinde en mert olanıdır, sen dokunmazsan, o da sana dakunmaz, asla zarar vermez” dediklerini duymuştu.

      Yere eğilip avuçlarını, üstüne kurumuş yavşan otları da dökülmüş, ateş gibi yanan, kızgın toprakla doldurdu ve yeniden doğruldu. Bir kaç metre ötede, bedenini yarıya kadar yukarı kaldırmış kızıl yılan duruyordu. Gördüğü, sanki kızıl yılan değil, alev alıp yanan bir ipti. Yılan çekip gitmiyor, ona bakarak uzun çatal dilini çıkarıp oynatarak tıslıyordu.

      Kıztamam, darda kaldığı o an, “nine” diye hitap ettiği anası Balanaz’ın, beş bacının tek kardeşi, ata ocağını söndürmeden devam ettiren kardeşi, evin tek oğlu Süceddin’e: “Ocağımızı söndürme, ata yurdumuzu terk etme, yerimizi yurdumuzu viran koyma. Viran olan yurtta ya baykuş öter ya da yılan meler…”diyerek yalvarmasını hatırladı.

      Bir şeyler yapmalıydı, kayıtsız kalamazdı çünkü karşısındaki ne de olsa yılandı. “Yılanın ağına da, karasına da lanet” demiş atalar. Şimdilik sakince bekleyen yılandan bir an önce uzaklaşmalıydı. İleri gidemezdi çünkü yılan üstüne atılabilirdi. Avuçlarındaki kuru toprakla, daha doğrusu tozla, yılana ne yapabilirdi ki? Önceki yıllarda kondukları, şimdi ise harabe olan yurd yeri, Kıztamam’ın gözüne korkunç yılanların yuvası gibi görünüyordu. Adım adım, yavaş yavaş geri çekilmeli, oradan uzaklaşıp yılanın sağ tarafından geçerek gitmeliydi. Böyle yaparsam daha iyi olur, diye düşündü ve kendi kendine:

      “Evet, öyle yapmalıyım,” deyip ağır ağır gerilemeye ve sonra da sağ omuzu üstünden yılana baka baka, yılanın yan tarafından hızla geçerek oradan uzaklaşmaya başladı.

      Renk! Elbisesinin rengi! Şimdi de sırtındaki elbiselerin rengi, onu korkutmaya başladı. Çocukken ninesinden, kızıl yılanın, bir rengi çok sevdiğini işitmişti. Kızıl yılanın sevdiği o rengi hatırlayamıyordu, acaba hangi renkti? Köyneğine, elbisesine göz gezdirdi:

      “Ey Allah’ım, sen bana yardım et! Elbisemde hangi renk yok ki…”diye sızlandı.

      Kendini biraz daha kenara çekip arkasına dönerek yılanın durduğu yere doğru baktı. Yılan görünmüyordu. Kuru kangal dallarının kıpırdadığını mı hissetmişti? Kızıl yılan ona hücum mu ediyordu? İçindeki vesvese büyüdü, korkuları arttı. Allah’ım, imdadıma sen yetiş, diyerek uzaklaşmaya çalıştı. Arkasından gelen bir ses duydu, sanki bir şeyler, ona doğru sürünerek geliyordu. Yılan olduğunu düşündü. Farkında olmadan adımları hızlanmıştı. Ancak şimdi dönüp arkasına bakamıyordu. Arkasına bakacak durumda değildi. Sadece kulağını geriye vermiş, gelen sesleri dinliyordu. İleriye doğru olabildiğince hızlı adımlarla giderken, arkasından gelen sese de kulak kesilmişti. Yok, artık ses gelmiyordu, belki de o duymuyordu. Yürüdükçe başmaklarının altında ezilen kuru otların, çorak toprağın kesekleri ezilip hışırdıyordu, başka bir ses, seda yoktu.

      Gördüğü yerden hayli uzaklaşsa da, içinde kızıl yılanın korkusu vardı. Öyle bir korkuydu ki, hâlâ ardından sürünerek geliyordu. Önünden seraplar hücum ediyor, arkasından ise korkular geliyor, onu haklamak istiyordu. Ama Kıztamam, kışlakta, obalarında unuttuğu bir haral dolusu yünün, ondan önce obaya varan başka birine kısmet olmaması için var gücüyle ilerliyor, kendi helal malına ulaşmak için acele ediyordu. Vücudunun bütün azaları sızlıyor, bin yerden ses çıkarıyor olsa da hâlâ aklı yerinde, hâlâ kendindeydi.

      Kıztamam dünyanın bin bir türlü derdini, kavgasını dile getirip düşüne düşüne, alevin, ateşin içinde yana yana, yolculuğun son deminde ise artık sürüne sürüne, en sonunda kışladıkları yurda; sakinleri bu gün sabahleyin erkenden yaylaya göçmüş olan obanın yakınlarına gelip çatmıştı. Gözlerini tez tez kırparak, gözbebeklerine akan ter damlalarını kovdu. Bütün kışı, ilkbaharı geçirdikleri sığınağı, sığınağın karşı tarafındaki yurt yerini açıkça görüyor, oraya ulaşmak için acele ediyordu. Acaba gördüğü serap mıydı? Serap gözünün önünü kesiyordu. Kıztamam ise şimdi gördüğü o seraba doğru yürüyordu. Gözleri kararıyor, gördükleri: Kışlak, sığınak, yurt yeri… bir anda yok oluyordu.

      Evet, görüyordu. Gördüğü oba idi, kendi obaları. Artık tükenmekte olan gücünü son kez toplayıp hareket etti…

      …Bu ovanın sakinleri, yayladan obaya, obadan yaylaya göçen ahali ile ticaret yapan, onlarla alış veriş eden Süphan, çoluk çocuğun “univermak” diye isim taktığı demir kasalı kamyonu geniş arazinin tam ortası olduğundan, Kıztamamgilin, yani Bağır dayının evinin yakınına eğlemişti. Süphan, bu obanın sabah erkenden yola düşeceğini dünden biliyordu. Veresiye mal verdiği, mal aldığı adamlardan, parası olanlarla, eline para pul geçenlerle aralarındaki hesabı burada kapatmıştı. Yayladan dönünce koyunlarını, keçilerini iyi bir fiyata satmak ümidi ile göçenlerle ise daha sonra hesaplaşacaktı. Bu obanın ahalisi çalışkan oldukları kadar da hakkı gözeten, sözüne sadık, dürüst adamlar olarak bilinirlerdi. Sorsan, bundan on yıl önceki borçlarını ne zaman alıp ne zaman verdiklerini günü gününe, saati saatine söylerlerdi. Süphan ile bu ahali arasında karşılıklı güven ve itibara dayanan samimi ilişkiler vardı. Birbirlerini sayıp severlerdi.

      Süphan birkaç kilometre ötede, kendi köylülerinin yanında yerleştiği obadan sabahleyin erkenden çıkıp bu gün yaylaya göçen obanın yanındaki demir köşküne gelmişti. Kendisi de eşyalarını toparlamalıydı. İki haftadır, birbiri ardınca kafileler halinde yola düşen göçlerin sonuncusu da yarın, yayla yoluna düşecekti. Arkadaki beş altı oba ile, yarın sabah erkenden, o da yola çıkacaktı.

      Süphan yapayalnızdı, oba göçmüştü, etraf sessiz, sakindi. Kulağının alıştığı, koyun, kuzu, inek, dana sesi gelmiyordu. Kedi bile miyavlamıyordu. Sıkıldı, buradan gitmek için acele etmeliydi. Hemen toparlanıp götürülmesi gereken küçük parça eşyaları torbaya doldurdu ve demir köşkünün duvarına dayayıp kapının kilidini yerine asıp kilitledi. Birden ne düşündüyse, göçü yola dizilmiş obayı bir daha gezip dolaşmak geldi aklına.

Скачать книгу


<p>8</p>

Gürze: Boz renkli, kuyruğunda çizgiler olan ve bozkırda, taşlık arazide yaşayan bir tür zehirli yılan.

<p>9</p>

Efi: Sarı renkli, başı üçgen şeklinde olan bozkırda yaşayan bir tür zehirli yılan