Soğuk Rüya. Avşar İmdat

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Soğuk Rüya - Avşar İmdat страница 3

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Soğuk Rüya - Avşar İmdat

Скачать книгу

çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez sulara kapılıyorlar.

      Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum, sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. On an bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…

      Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar ve yüzü asık gardiyanlar… Kim bilir, yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer mahkûm…

      Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil sesiyle başlayan mahpus hayatı…

      Zil sesi…

      Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka, üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna geç!

      Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru ekmekler…

      Sonra bir zil sesi daha…

      Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru sırayı bozmadan yürü!

      Zil sesi…

      Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare, dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik… Kederi böl, hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar…

      Zil sesi…

      Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda, bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları:

      “Burada bekleme!”

      “Koşma!”

      “Konuşma!”

      “Aşağıya in!”

      Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve bahçe gardiyanları:

      “Zil çaldı!”

      “Oturma!”

      “Sallanma!”

      “Konuşma!”

      “Yukarı çık!”

      “Sınıfa geç!”

      Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş günleri…

      Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan gözleri mahmur oğullar, kızlar… Yolu kapalı köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar diplerine çöken boynu bükük çocukları…

      Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi bir türlü toparlayamıyorum. Nedense bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa düşüyorum hep.

      Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar, bir isyan başlayacak ve sesler birbirine karışacak:

      “Annelerimizi istiyoruz!”

      “Burada okumak istemiyoruz!”

      …

      101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum. Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde, koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına. Bu soğukta? Firar mı? Yapamazlar, daha çok küçükler. Ama…

      El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş, uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk, bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş. Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun okula daha yenice geldiğini anlatıyor.

      “Bırak uyusun!” diyorum kendi kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir…”

      Bir sonraki koğuş…

      Rüzgâr uluyor camlarda…

      Kanat sesleri…

      Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben içeri girince ürküp havlandılar belki.

      Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum. O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek… Yanağında tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar yetişemiyorlar, belli… Yüzü geriliyor birden, ardından gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi. Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta debeleniyor, şimdi atlayacak…

      Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum. Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum. Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar, kelebekler… Birden, vücudumun olanca ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil. Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi, büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler, yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar, kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan güneş de… Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan. Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim kan oluyor.

      İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım, sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum.

      Koridorun sağındaki son koğuş…

      Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi…

      “Anne! Annee!”

      Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum. Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda. Çocuk tekrar inliyor:

      “Annee! Annee!”

      Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında

Скачать книгу