Soğuk Rüya. Avşar İmdat

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Soğuk Rüya - Avşar İmdat страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Soğuk Rüya - Avşar İmdat

Скачать книгу

Sonra, sitem dolu bir ses parçalayıp dağıttı o sükûtu:

      “Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes, sen neynirsen? Oyuna hardan giripsen? Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece edeceksen.”

      Kapıyı biraz daha aralayıp, ayaklarımın ucuna basarak içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat, sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bir adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “Sen ne geziyorsun burada, çık dışarı!” dese, hiç itiraz etmeden çıkıp savuşacağım. Salondaki o hüzün, o yangın, coşku, davet… Büyülü bir perdenin ardında kaldı. Salondakilerin hepsi, âdeta kendini parçalayan adamı dinliyordu. Bütün gözler ondaydı.

      Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeonu da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi sedef işlemeli bu tar, az önceki seslerin sahibi olmalıydı. Garip, melül, mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde, bir uzak diyarda, gurbetteydi sanki. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı. Ya o hüzünle dolup sonra sokağa taşan yanık ses? Akordeoncu ve nağaracı da can kulağıyla, bu ufacık adamın söylediklerini, dinliyorlardı. Ufak boylu adam, gâh kızlara seslenip bin bir nazla, işveyle salınıyor; gâh erkeklere seslenip sert ve kıvrak hareketlerle alıcı kuşlar gibi dönüyor, kanatlanıyor, süzülüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen işini samimiyetle, aşkla yapıyordu.

      Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengârenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi genç kızlar… Hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu.

      Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket, adamın üstünde palto gibi duruyordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hâlâ uzundu. Adam kollarını aşağı indirdiğinde birden elleri kayboluyor; bu uzun ceket, onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı ve iyice ağarmış sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçları geriye doğru taranmıştı ve ikide bir kolunu çemreyip bir elini alnına götürüyor, saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki derin çizgiler, bu adamın dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.

      Adam, herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini bir bir anlattı:

      “Yahşı? İndi baştan.” dedi yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim, toparlandım. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım.

      Genç kızları, delikanlıları yeniden sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi bir süre. Yuvasından fırlamış iri gözünde, bir felaketin izleri vardı. İçim titredi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti ve tarı göğsüne bastırdı. Tara öyle bir sarıldı ki, bu adamla, bu tar arasında anlaşılmaz bir yakınlık, bir aşk, bir bağlılık vardı.

      Herkes hazırdı, ben de… Nağara “düm tek, düm tek” bir ses verdi, adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Akordeonun sesi çok derinden geliyordu. Yine o ağır hüzünlü parçayı terennüm etmeye başladılar.

      Tar çalan adama daha yakından baktım. Dışarı doğru fırlayacakmış gibi duran gözü, boş anlamsız bakıyordu, o gözünün görmediğini fark ettim. Yakından bakınca, yüzündeki yara izlerinin çok derin olduğu anlaşılıyordu.

      Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir başka kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başlar başlamaz kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi âdeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, seri hareketlerle sahneye gelen delikanlı, o kızın etrafında dönmeye başladı. Yalvarırcasına hareketler yapan genç, bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında kur yapıyordu. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp Tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “Git!” işareti yaptı. Oğlan kızdan uzaklaştı, hayalî bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda tarın hüzünlü sesi kayboldu, nağaranın ritmi hızlandı, akordeon coştu. O küçük adamın sesi de, coşkulu, davetkârdı:

      “Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözeeel oğlan göözel kıııız çal oyna!”

      Sahnede bir toy başladı. Delikanlı, nazlanan kızın elinden tuttu, diğer oyuncuların alkışları arasında sahnenin dört bir yanını dolaştılar. Sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk bir sel olup aktılar, aktılar, aktılar…

      Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi.

      “Besdi, yahşı!” dedi. “Yahşı, belece ey!”

      Gençler, dışarı çıkarken uzun boylu, şık giyinmiş biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı, çalgıcılara dağıttı. Tarcı boynunu eğip:

      “Uşak hestedi.” dedi. “Derman alıp aparacağam, iki lira daha ver. Gelen hefte eksik verersen de.”

      “Bana söylenen bu.” dedi adam. Başka para vermedi…

***

      Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı.

      “Kapıya baaak!”

      Kalktım, aceleyle kapıyı açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da on yaşlarında bir kız çocuğu… Kız, -anası mı, ninesi mi- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Ben kapıyı açtığımda küçük kız, yüzünü kadının eteğine iyice gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdele… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu, eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:

      “Oğul” dedi, “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”

      Bu sözler, bir bıçak gibi saplandı yüreğime. Kanım içime aktı.

      “İçeri gelseydin teyze!” dedim. “Gel, soğuk, çocuk da ısınır biraz.”

      “Yoh, balam!” dedi. “Çoh sağ ol, gedek!”

      İnce, zayıf, esmer elini kapatıp, apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da eteğe bağlıymış gibi, kadının savrulan eteğiyle birlikte dönüverdi.

Скачать книгу