Soğuk Rüya. Avşar İmdat

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Soğuk Rüya - Avşar İmdat страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Soğuk Rüya - Avşar İmdat

Скачать книгу

Annee!”

      Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda.

      Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri, sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum. Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi iyice kısarak soruyorum:

      “Niye uyumadım yavrum?”

      Ağlayarak cevap veriyor:

      “Anneee! An-nee! Annemi…”

      “Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım, kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel benimle!”

      Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince, gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime, içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor.

      “Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin?”

      İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor:

      “Iııh, ııh… Mir Seyit.”

      “Hangi köyden geldin Mir Seyit?”

      “Aşağı Civanlı.”

      “Kaçıncı sınıfta okuyorsun?”

      “Üç.”

      “Nazan Hanım’ın sınıfında mı?”

      “Evet.”

      “Buraya ne zaman geldin?”

      “Dö, dö, dört gün oldu.”

      “Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldığında gelmedin? Bak, alıştı onlar.”

      “Ben köyde okuyordum.”

      “Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin geldin Mir Seyit?”

      “Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı…”

      Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya çekiyorum bu uyku firarisini:

      “Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz mi yok? Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince okulunuz da kapandı anlaşılan.”

      “Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı, ıhıı, ıhııh…”

      Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak su veriyorum, yutkunarak içiyor.

      “Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama, hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın?”

      “O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz öldü! Babam da… Iııhıhıhhhı!”

      “Kim yaktı Mir Seyit? Kim öldür…”

      “Babamı… Babamı…”

      “Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!”

      …

      Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor; dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar, engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan olup akıyor içime. Mir Seyit’ dönüyorum:

      “Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu?”

      “Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.”

      “İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu. Işığı da açık bırakırım, olur mu?”

      “Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.”

      “Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı, yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.”

      “Hayır, sabah olunca gideceğim.”

      Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli, iri iri elleri, ayakları… Bir dağ çocuğu Mir Seyit, onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek; sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor…

      “Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor mu?”

      “Yok, görünmüyor, çok uzak…”

      “Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye söyleniyorum kendi kendime.

      “Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir Seyit?”

      “Onlar görünüyor.”

      “Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”

      “Tamam.”

      Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı… Ağrı’nın yan tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış Zor Dağları… Dağların koynunda tek tük ışıklar yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi, olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum. O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir Seyit usulca seslenip uyarıyor:

      “Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu tarafta!”

      “Haa, öyle mi?”

      Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki dağları gösteriyor:

      “Bizim köy işte ooorda öğretmenim. Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi. Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam hiç, yolu da biliyorum.”

      “Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin. Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni arabaya bindiririz, gidersin.”

      “Bizim köyün arabası yok ki. Herkes göçtü köyden, dört-beş tane ev kaldı.”

      “Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına biner gidersin.”

      “Ben

Скачать книгу