Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi. Cemile Kınacı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi - Cemile Kınacı страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi - Cemile Kınacı

Скачать книгу

geçer. Böylece, 1917 Ekim Devrimi’nin ilk kıvılcımı niteliğinde olan Şubat Devrimi’nin meşalesini ilk olarak tutuşturanlar da kadınlar olur.

      Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nin akabinde siyasî, ekonomik ve sosyal alanda pek çok değişiklik yaşanmıştır. Değişimin en çok hissedildiği alanlardan biri de kadının toplumsal konumuyla ilintilidir. Kadın özgürleşmesi ve kadının sosyal hayatta var olması sorunu, Marksist-Leninist ideoloji içinde önemli bir yer tutuyordu. Çünkü Marksist ideolojide bir toplumun gelişim düzeyi ile o toplumdaki kadının konumu arasında sıkı bir ilişki söz konusuydu5. Kadının toplumsal gelişimi, bir toplumun gelişmişlik düzeyine ışık tutan en önemli ölçütlerden biriydi. Bu sebeple Lenin de Marks’ın görüşlerine uygun olarak kadın sorununu acilen çözülmesi gereken bir sorun olarak görmüştür. O, 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Rusya’da değişen her şey gibi, “kadın”ın da değişmesi, eski dönemde “kapatıldığı kafesten” Ekim Devrimi ile kurtarılması ve sisteme uygun olarak dönüştürülmesi için köklü değişiklikler yapmıştır.

      Lenin’e göre, kadının kurtuluşu her şeyden önce kadın ve erkeğin yasa önünde eşitliğine bağlıdır. Yasalar önünde eşitlik ise kadının toplumsal konumu ile ilişkilidir. Kadın kendisini boğan, aptallaştıran ev işlerini bir kenara bırakarak, içinde bulunduğu dört duvar arasından çıkmalıdır. Ancak bu şekilde kadın özgürleşerek toplumsal üretime katılabilir. Bu görüşler, Ekim Devrimi ile iktidarın kadına yönelik politikasının temelini oluşturmuştur (Hasdemir 1991: 82).

      Lenin, kadının toplumdaki konumunu iyileştirmeye yönelik olarak yasalarla kadın-erkek eşitliğini tesis etmeye çalışmış, kadının toplumsal hayata katılımını artıracak düzenlemeler yapmıştır. O, özellikle de kadın eğitimine büyük önem vermiştir (Hasdemir 1991: 82).

      Kadın- erkek eşitliği, kadının da tıpkı erkekler gibi sosyal hayatta birey olarak var olması gerektiği, Devrim’den sonraki ilk yıllarda sosyalist/ komünist ideoloji tarafından çeşitli şekillerde devamlı surette tekrarlanır. Kadın haklarını iyileştirmeye yönelik düzenlemeler hızlı bir şekilde gerçekleştirilir. Çarlık dönemindeki evlenme ve boşanma yasaları iptal edilir. Çarlık devrinde ucuz iş gücü olarak görülen kadınlar, Devrim’den sonra “eşit işe eşit ücret” ilkesiyle erkeklerle yasalar önünde eşitlenir.

      Rusya’daki kadınlar, en önemli vatandaşlık hakkı olan oy hakkına da yine 1917 Ekim Devrimi sonrasında kavuşur (Çakır 2013b: 84).

      Ekim Devrimi sonrasında 1919 yılında Komünist Parti bünyesinde Kadın Bölümü (Jenotdel) adı altında özel bir birim de kurulur. Bu birim vasıtasıyla kadın ve çocuk eğitimi ile ilgilenilerek kadınların devrimden sonraki yeni hayata uyumunun sağlanması için faaliyetler yürütülür. Aleksandra Kollontai6 gibi kadın liderler öncülüğünde, özgüvenli, cesur, evlerinin dört duvarı arasından çıkarak sosyalizmin inşasında herkes gibi sorumluluk alan “yeni bir kadın” tipi yaratılmaya çalışılır (Riasanovsky-Steinberg 2011: 625). Ancak Jenotdel’in yalnızca on bir yıllık bir ömrü olur.

      1920’li yıllarda kadın meselesi konusunda yapılan hızlı düzenlemelerin ardından, Sovyetler Birliği’nde gerçekten kadınlar evlerinden dışarı çıkar, hayatın her alanında yer alır, akla gelebilecek her iş sektöründe erkeklerle birlikte en ağır şartlarda bile çalışırlar.

      1930’lu yıllarda Stalin iktidarında, kadınlar için zorlu bir süreç başlar. Jenotdel 1930 yılında kapatılarak kadın konusunda ayrı bir birim gereksiz görülür. 1930’lu yıllarda yaşanan büyük sanayileşme hareketleri sırasında kadının özgürleştirilmesi, daha çok üretime katılım noktasında kalır. Bu dönemde sanayileşme nedeniyle kadın istihdamı daha önce hiç olmadığı kadar artar (Riasanovsky-Steinberg 2011: 625).

      Kadınlar, Stalin döneminin siyasî çalkantılarının da kurbanı olur. Bu dönemde çeşitli gerekçelerle eşleri kovuşturmaya uğradığında, onlar da eşleriyle birlikte suçlu kamplarına sürgün edilir, çalışma kamplarında her türlü eziyete maruz kalır ve Sovyetlerde tesis edilen kadın-erkek eşitliğinden olumsuz olarak nasiplenir (Figes 2011: 335, 337, 347, 363; Figes 2013). Stalin’in Büyük Terör döneminde “vatan haini” suçlamasıyla tutuklanan erkeklerle evli olan kadınlar, kocalarıyla “eşit” bir şekilde cezalandırılır ve kendileri için tesis edilen çalışma kamplarına gönderilirler. Bu çalışma kamplarının en çarpıcı örneğini, Kazakistan Karaganda kamp kompleksine bağlı olarak Akmolinsk’te açılan Vatan Hainlerinin Eşleri İçin Akmolinsk Kadın Çalışma Kampı (ALZhIR) oluşturur. Sovyetler Birliği sınırları içinde ALZhIR, yalnızca kadın mahkûmların gönderildiği en büyük çalışma kampıdır. Sovyet rejimi tarafından “halk düşmanları”nın eşlerini kapatmak için acil hapishane ihtiyacını karşılamak amacıyla alelacele kurulmuş ve ilk kadın mahkûm gruplarını 1938 yılının Ocak ayında almaya başlamıştır (Figes 2011: 360, 397).

      II. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde, Sovyet kadınlarının üstündeki yükün tamamen arttığı görülür. Savaş yıllarında kadınlar hem işgücü olarak hem de orduda aktif görevler üstlenir. Ancak savaştan sonraki dönemde, yeniden Sovyet coğrafyasında kadınların evcil rolleri öne çıkarılarak, aile kurumu içindeki konumları yüceltilir.

      I. Bölüm

      Sovyet Edebiyatı ve “Devrim’in Kadınları”

      1917 Ekim Devrimi’nin ardından kurulan Sovyetler Birliği’nde, kültürel ideolojik bir aygıt olarak edebiyata, toplumu eğitmek, yönlendirmek ve nihayetinde yeni bir “Sovyet toplumu” inşa etmek için çok önemli bir misyon yüklenmiştir.

      1917 Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’da edebiyatın toplum hayatı içindeki işlevi değişmiştir. Çünkü Lenin, eski Rus edebiyat anlayışına karşı çıkarak edebiyata büyük bir sorumluluk yüklemiştir. O, edebiyatta “yazar canı istediği zaman yazar, okuyucu da hoşuna gideni okur” şeklindeki Oblomovcu7 eski Rus anlayışına şiddetle karşı çıkmıştır (Marx-Engels-Lenin 2006: 198). Ona göre edebiyat, mutlaka “toplum için” yapılmalıdır. Lenin’e göre sanat halkın malı olmalıdır. Sanat, gücünü emekçi halkın en derinliklerinden almalıdır. Dolayısıyla edebiyatta da emekçi halkın duyguları, düşünceleri, istekleri yer almalı, emekçi halk Sovyet devrinde oluşan edebiyatta kendini bulmalıdır.

      Ekim Devrimi ile değişen edebiyat anlayışı içinde, Sovyet yazarı yalnızca içinden gelenleri yazmaz. O, edebî bir faaliyet içerisindeyken kendini Lenin’in deyimiyle komünizm kuruluşunda ve sosyalist bir Sovyet toplumunun inşa edilmesinde görevli “küçük bir çark” ve “küçük bir vida” olarak hisseder. Dolayısıyla Sovyet yazarının kendi duygularını ve düşüncelerini yazma “lüksü” yoktur. Sovyet yazarı, toplum için yazmak zorundadır. Sovyet yazarının öncelikli hedefi ve yükümlülüğü, Sovyet Hükümeti’nin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ideolojisini propaganda etmekten ibarettir.

      Rus entelektüellerinde devrimci bilincin gelişmesinde önemli rol oynayan Rus yazarı Saltıkov Şedrin (1826-1889) daha Ekim Devrimi’nden çok önce edebiyatı doğrudan ideolojik bir araç olarak görür ve edebiyatın propaganda aracı olduğunu söylemekten de çekinmez:

      Edebiyat

Скачать книгу


<p>5</p>

“Kadının kurtuluşu” konusunda ayrıntılı bilgi için “Marks, Engels, Lenin Kadın ve Aile” adlı kitap için bkz: http://www.kurtuluscephesi.org/orjinal/melaile.pdf (son erişim 20.03.17)

<p>6</p>

Aleksandra Mihailovna Kollontai (1872-1952). Tanınmış Rus komünist devrimci kadındır. Önce Menşeviklerin tarafında olmasına rağmen, 1914’ten sonra Bolşeviklerin safında yer almıştır. Kollontai, Sovyet Rusya’nın görevlendirdiği ilk kadın büyükelçilerden biridir. O, Sovyet Rusya’nın Norveç Büyükelçiliği görevini yürütmüştür. Kollontai aynı zamanda yazardır. Kollontai hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Porter 1980.

<p>7</p>

Rus yazarı İvan Gonçarov’un (1812-1891) 1859 yılında yazdığı Oblomov romanının başkahramanıdır. Romanda soylu toprak sahibi Oblomov’un hiçbir amacının olmaması, hiçbir işte dikiş tutturamaması, tembelliği ve nihayet anlamsız hayatı içinde kendini bir eve hapsederek hayatını devam ettirmesi anlatılır. Zaman içerisinde Oblomov ve Oblomovculuk tembelliğin, amaçsızlığın ve anlamsız bir hayatın sembolü haline gelmiştir.