Özbek Hikâye ve Kıssaları. Muhammed Emin Töhliyev

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Özbek Hikâye ve Kıssaları - Muhammed Emin Töhliyev страница 16

Жанр:
Серия:
Издательство:
Özbek Hikâye ve Kıssaları - Muhammed Emin Töhliyev

Скачать книгу

döndü. Biraz sonra yaşlı kadının sesi işitildi. Karagöz’ün kulakları dikildi. İki ay önce kaybettiği kıymetli insanın sesini duyup ağlar gibi ulumaya başladı. Fırlayıp üçüncü kata çıktı. Kapıyı tırmalayıp havladı. Tekrar aşağı indi. Balkonlu odaya bakarak havladı, havladı…

      Teypten yaşlı kadının sesi geliyordu: “Karagöz’üm, nerelerde serserilik yapıyorsun. Hiç evde oturduğun var mı? Yok mu? Karnın da acıkmıştır. Deli! Beni dinle, neden kimseye zararı olmayan güvercinleri kovalıyorsun?”

      Karagöz havlıyor, yeri eşeleyip arkasına toprak atıyordu. Bu bahçede akşam düğün olmuştu. Sarhoş gençler müzik sesini iyice açıp kimseyi uyutmamışlardı. Uykuya kanmayan insanları sabahleyin havlayan köpeğin bu hali rahatsız ediciydi. “Bu kudurmuş köpek nerden çıktı, onu kovmak lazım” diye düşünüyorlardı. Karagöz, insanları canından bezdirip sürekli uluyor; bir o yana bir bu yana koşup havlıyor da havlıyordu.

      Birinci katın balkonlu odasının balkonunda çarşaf örtünüp oturan bir hasta:

      – Başıboş köpekleri yakalayan ekipleri çağırmak lazım, dedi.

      Üçüncü kattan birisi sinirli sinirli bağırdı:

      – Kudurmuş bu, çocukları ısırmasın. Onu vurup öldürmek lazım. Hey, kimin tüfeği var?

      Yaşlı kadının sesi hala işitiliyordu. Karagöz de havlamayı bırakmıyordu. O sırada dördüncü kattan birisi ateş etti. Karagöz yalpalayarak yan tarafına devrildi. Arka ayağını bir iki kere sallayıp sesini kesti.

      Teyp kaseti hala devam ediyordu:

      “Karagöz, geberme! Mecnun gibi yine nerelere gidiyorsun? Sevdiklerinin yanına mı? Gelini ne zaman bize göstereceksin? Leyla’nı bir kere alıp gel de görelim…”

      Karagöz, yaşlı kadının sesinin geldiği balkonlu odadan tarafa yüzünü çevirmiş, cansız yatıyordu.

Ocak, 1999

      MİRMUHSİN

      Özbek yazar ve şairi Mirmuhsin 3 Mayıs 1921 de Taşkent’te doğdu. Yüksek öğrenimini bitirince eğitimci ve gazeteci olarak çeşitli görevlerde bulundu.

      İkinci dünya savaşından sonra yazdığı manzum ve mensur eserlerde; Özbek halkının savaş boyunca gösterdiği gayreti ve çektiği çileleri anlattı. Roman, hikâye, kıssa, çocuk şiirleri gibi birçok dalda eserler verdi.

      Geride birçok eser bırakarak 2005 yılında Taşkent’te vefat etti.

      Ana Kabrine Çiçek

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

      …

      Pencerelerdeki perdeler oldukça geniş. Gösterişli odaya serilen kırmızı halılardaki güneş yavaş yavaş ilerleyip karyoladaki kuş tüyü yastığa kadar geldi. Yumuşacık yatağa uzanıp yatan, mışıl mışıl uyuyan dört yaşındaki Erkin, her zaman böyle güneş yüzüne vurmadan uyanmazdı.

      Ama bugün tan yeri ağarmadan korkuyla uyandı. Anneciğinin yattığı yanındaki karyolaya heyecanla elini uzattı. Annesi yerinde yoktu… Sürünerek gidip annesini kucaklamak istedi. Bulamadı. Karyola boştu. Erkin’in küçücük yüreği ürperdi. Sıkıntı bastı. Evet, anneciği yoktu… O ölmüştü!

      Erkin şaşkın şaşkın o yana bu yana bakındı. Aşağıda, yorganın üstüne ninesi uzanmış, uyuyordu. Sessizce atlas yorgana, bomboş karyolaya gözlerini dikti. Annesi bu karyolada, ayaklarını aşağı uzatarak oturup dizlerine aldığı Erkin’i bağrına basardı. Tekrar tekrar öperdi. Erkin, onun boynundaki altın zincirle oynar, yüzünü annesinin bağrına basar, garip sesler çıkarır, maskaralıklar yapardı. Anneciğini daha şimdiden özlemişti. Ne yapacaktı? Anneciğini görmese olmazdı. Boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tekrar somurttu. Yine ağlamaya başlayıp elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kendini bu dünyada yapayalnız hissetti.

      Şimdi kendini annesinin bağrına atma, onun dizlerine başını, yüzünü sürüp oynama isteği duyuyordu. Ama annesi nerde? Nereye gitti? Ne zaman geri döner? Kendisini bu kadar özletmeseydi… Annesi hasta olup, bu karyolada yattığında onun başını okşarken söyledikleri birden aklına geldi: “Erkinciğim, beni özlediğinde mezarıma çiçek bırak. Ben de seni görmek isterim. Ben de seni özlerim… Mezarıma çiçek koyduğunda seni görmüş gibi olurum… Büyüyüp kocaman bir delikanlı olacak, evleneceksin elbette. Evlendiğinde hanımınla gel. Ben hanımını da görmeyi çok isterim. Anladın mı?” Erkin o zaman başını sallayıp anladığını bildirmişti.

      Neden onun annesi öldü? Ölmese ne yapardı şimdi? Nasıl hasta olan biri ölüp gidiyor? Başkaları da hasta oluyor ya… Neden annesi böyle oldu? Bu doğru değil… O çok iyi bir anneydi. Kimseyle kavga etmemişti. Kimseyi üzmemişti. Bu kadar iyi olan anneciği neden ölürdü. Erkin, bu olanları anlayamıyordu. Anneciği olmadan bu dünyada yaşamasının ne gereği vardı? Erkin çok üzgündü. Onun küçücük yüreği viran olmuş, dert dolu dünyası kararmıştı.

      Karyolada tek başına hareketsiz oturan küçük Erkin ağlamak istiyordu. O yine de kendini tuttu. Annesi öyle her şeye zır zır ağlayan çocukları sevmezdi. O şimdi anneciğinin bağrına atılıp sevilmeyi özlüyordu. Ama nerde o annesi? Süslü karyola ve halılar, duvardaki süslü lambalar, kristal avizeler gözüne çok kötü görünüyordu. Onun canı hiçbir şey görmek istemiyordu. Ona hiçbir şey gerekmiyordu. Ona yalnız annesi gerekliydi.

      Küçük Erkin başını eğip karyolada sessizce oturuyordu. Duvarda annesinin babasıyla birlikte çektirdiği fotoğrafa baktı. Ona bu resim de gerekli değildi. Ona anneciği gerek… Erkin elinde olmadan derin derin iç çekti. Her taraf sessiz, pencerelerde karanlık…

      Henüz yirmi yedi yaşına girmemiş olan Rânâ, –adına yakışır bir güzelliğe sahip bir genç kadındı– ağır bir hastalığa yakalanıp ameliyat olmuştu. Bu adı batası derdin vücudunda nasıl ortaya çıktığını kendisi de fark etmemişti.

      Sancılardan sonra ikinci kez ameliyat masasına yattı. Bütün bunlar üç dört ay içinde oldu. Sonunda o, evinde yatmak istediğini söyledi. Doktorlar da bunu uygun gördüler. Sonraki günlerde ona yalnız ağrı kesici iğneler yapıldı. O, gün boyu kaderine razı olmuş durumda karyolasında yatıyordu. Bazı günlerde yastığının altındaki küçük defterine bir şeyler yazardı. O kadar güzel bir kadın olan Rânâ, zayıflayıp solmuştu. O göğüs, o bel nerde… Atlas örtü üstünde pırıl pırıl parlayan, gören gözleri adeta yakan tavırlar nerde kalmıştı? Beline inen uzun saçları, badem gözleri, gülen dudakları, kanat açmış kırlangıç gibi kaşlar nerede kaldı? O, sallanan karyolasında yatıyordu. Ne kadar emsalsiz bir güzelliğe sahip olsa da güzelliğin gelip geçici olduğunu ancak anlamıştı. Ufak bir diş ağrısında doktor üstüne doktor çağırtan Rânâ, şimdi amansız bir hastalığın kollarında kaderine razı olmuş, yattığı yerde ölümü bekliyordu. Onun bu ruh halini fark eden kocası, anne babaları, yanına geldiklerinde âhlarını, pişmanlıklarını belli etmeseler de dışarıda için için üzülüp ağlaşırlardı. Bu kadar güzel kızları ölüp gidiverecek miydi? “İmdat!” diye bağırmak gelirdi içlerinden. Rânâ’nın ölüm karşısındaki cesareti yetmiş seksen yaşına girenleri bile düşündürüyordu.

Скачать книгу