Eylül. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eylül - Mehmet Rauf страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eylül - Mehmet Rauf

Скачать книгу

Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı bütün ağaç ve çayır olan bu yoldan giderken onlara uzak bir saadetten bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necip:

      “Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hay ve huy, gürültü, sersemleşmek lazımdır.” diyor, Süreyya o hayatı mübalağalarla methederek asude, sakin geçecek bir çiftlik ömrü için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini temin ediyordu.

      Necip, Suat’ın Süreyya’ya nasıl baktığını dikkat edip, “Evet.” dedi, “Seni oraya kadar takip edecek bir yol arkadaşın olduktan sonra…”

      O zaman Suat’ın gözleri müşfik bakışlarını kaybetmeksizin Necip’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir muhabbet ile nemliydi ki Necip ruhu eriyor zannetti. Bir saniye mesut bir helecanla titredi. “Evet, böyle bir bakışla insan dünyanın öbür ucuna gider.” diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka ne idi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…

      Evet, hatta serapsız… Fakat bazen en ehemmiyetsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir, onu canını feda etmek ihtiyaçlarıyla inletirdi. “Ah tenakuz… İnsan değilim, muadeleyim…” diyordu.

      Ayrılırken Suat tekrar ediyor; “Çarşambaya, değil mi Necip Bey?” diye soruyor, Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim.” diyordu. Karar verildi; çarşamba günü akşam gelecek, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilecekti. Necip kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek üzere baktı. Suat elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sade omuzları görünen siyah çarşafıyla, yere inmiş, dayanmış duran Süreyya ince uzun boyuyla o kadar mesut, o kadar güzel görünüyordu ki, onların yanında duyduğu saadet ve kalp rahatından onlardan ayrılınca mahrum olmuş, o saadeti uzaktan görüp ne yabancı kaldığını anlamış gibi melül, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladıkları ellere mukabele ederken “Budalalık ettim!” diye esef etti. Onlar küçüle küçüle bir nokta olunca azalarak nihayet yeise çevrilen bu sevinç gibi acı, muzmahil bir kasavet içinde kalıyordu. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan sayıyor, verdiği sözü unutmanın bir hıyanet olmayacağını düşünüyordu.

      “İşte böyle.” diyordu. “Kararsız, isteksiz, boş…”

      Başını salladı, “Ve bana evlen diyorlar!” diyerek güldü…

      5

      Süreyya ile Suat’ın birbirlerine ilk günden şevk ve gönül açıklığına benzeyen bir bağlılıkları vardı; Boğaz’a geldiklerinden beri içleri açılmıştı, hep aynı şeyleri özlüyorlardı. Süreyya’nın çocukça sevinmeleri, delilikleri oluyordu. Bunlar Suat’a, kalbinde duyduğu sıcaklığın okşanmak isteyen kaynaşmalarından büyük bir saadet veriyordu ve Suat hayatlarını muntazam, güzel yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Bezginlik nedir bilmeyen bir ömür kurabilmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe, Süreyya’yı böyle yeniden neşeli buldukça emeline kavuştuğundan dolayı mesut oluyordu. İstiyordu ki, Süreyya evde şikâyet edecek hiçbir şey bulamasın. Hazırlık, öteberi edinmeler, her şeye düzen vermekle geçen ilk günler, evin her zamanki gidişi hâlini aldığı, birbirine benzeyen günler ardı ardına gelip geçtiği hâlde bile, bu günlerde bağdaki son zamanlara nispeten yeni evli bir karı kocanın heyecanı ve neşesi vardı.

      Necip bu hayatın bir başka neşesi oluyordu. Bu hâlin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada vücudu meserretlerini biraz daha tamamlıyor gibi idi. Onun gelmesini sevinçle karşılıyorlar, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler icat ediyorlardı. O, ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere, çarşamba günü akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Karı koca bu iki günü bir büyük sevinç gibi kabul ettiler. Onlar daha Necip gelmeden seyranlar hazırlamışlardı. Bentler’e, Beykoz’a gitmek istiyorlardı. Suat, “Şimdi Bentler ne güzel olur…” diyor; Süreyya, “Hele Beykoz Çayırı!” diye mukabele ediyordu. Hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini konuşuyorlardı. Nihayet üçü de sabah erkenden Bentler’e gitmekte birleştiler.

      Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkmışken üçü de hazırlanmıştı. Sabahın sessizliğinde, geceden tembih edilip kapının önünde bekleyen arabaya bindiler. Bu mayıs sabahı, Bentler yolculuğu, üçüne de bir seyahat hayalinin şiir ve sarhoşluğunu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki yeşillik bolluğu ile yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız serin havadaki hareketsizlik içinde yayılmak için soluk bekleyen kokuları arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, kocaman ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer karanlık hâlinde görünen koruların göğüsleri, hep bu sessizlik, bu tenhalık, bu parlak durgunluk içinde, şurada burada oynayan ziya parıltıları arasında kuşların ışık gibi süzülen şakımaları, arabadan indikleri vakit içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği korku hissi ile büyük orman, nihayet havuzlar, insana birer korku ürpermesi ile hayattaki bağlara yakınlaşmak duygu ve ihtiyacı veren mehib havuzlar ve sonra dönüş…

      Öyle ki, saat beşte eve girdikleri zaman sabahın bütün temizliği, yorgunluğun bütün kuvveti ile midelerinin feryadından başka bir şey duymadılar. Süreyya “Yemek! Yemek!” diye gürlüyordu. “Buyurun.” dedikleri zaman iki delikanlı koştular. Önden giden Süreyya odaya girince:

      “Vay, çilek!” diye sevinçle haykırdı. Sonra Suat’a dönerek:

      “Bu nereden böyle?” diye sordu. Suat gülümseyerek:

      “Çileğini ye de tarlasını sorma, demezler mi?” dedi.

      Latif bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunu bastırıyordu. Süreyya, Necip’e dönerek:

      “Görüyorsun ya azizim, ne varsa kadınlarda var.” dedi. Sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak, “Her şeyi bir sır hâline koymak inadı bile.” dedi.

      Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı; Süreyya birdenbire:

      “Eyvah!” dedi.

      Evvelki gün bugün için yelkenli bir sandal tembih etmişti. Sandalda yelkeni açıp gezmeyi çok sevdiğini, yelkenli bir sandal kiralamak istediğini söyleyip duruyordu. Sandal bugün Moda’dan gelecek, beğenmezse geri gidecekti. Bunun için verdiği sözü unutmak istemiyordu.

      “İsterseniz siz gidip gezin, ben beklerim.” dedi. Onlar kabul etmediler.

      “O hâlde yarın sabah gideriz.” diyordu. Necip döneceğini ihtar ediyordu:

      “Sen kalırsın sen.” diyor. Necip, çekiniyormuş gibi başını salladıkça Süreyya:

      “Öyle ise zorla.” diye bağlayacağını anlatıyordu.

      Yemekten sonra vakit sandal bahsi ile, özellikle Süreyya’nın beklemesiyle geçti. Uzun uzun yelkenden bahsederek zevklerini övüyor, “Deniz köpükler içinde… Rüzgâr etrafında fişek gibi çatlar… Yelkenler çırpınır… Sandal dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmış…

Скачать книгу