Eylül. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eylül - Mehmet Rauf страница 17

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eylül - Mehmet Rauf

Скачать книгу

eğer Suat ve Süreyya arkalarından bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle konuşmalarına iştirak eden yahut gördükleri şeyler hakkında bir düşüncesini söyleyen ve hatta şen görünen Necip’in ruhundan neler geçtiğini bilselerdi onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necip, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve asıl bu, onu azaba sokuyordu. Yine o dimağının sesini yükselterek “Lakin herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacağı anlar vardır.” demek istiyordu. Fakat onu öldüren herkesten ziyade kendisinin fenalığı idi. Kendine hürmet edememek kadar ona azap veren bir hâl yoktu.

      Kendinden korktuğu, ruhunun karanlığından ürkek bir istikrah duyduğu zamanlar, “Ah ne kirli bir muammayım!” diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mai ve saf fakat ekseriya böyle kanlı, murdar maneviyatları düşünür, daimî bir ses hâlinde içinden kendine “Canavar!” diye hitap eden bir vicdan bulurdu. Etrafında hep kötülükler görmesi, bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. Kendi o kadar yükseklere tutkun olduğu hâlde bu kötülüklerden el çekemezse başkaları ne olur diye düşünerek kendinden kaçmak ister, masumluk hayvanlıkla zincirlenmiş gibi onda daima boğuşur, hiçbir zaman yapmadan evvel, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanmadan, başkalarının içgüdüsü ile yaptığı adi fenalıkları bile yapamazdı.

      Birden Suat döndü:

      “Susuyorsunuz siz.” dedi.

      Necip bir yalan bulmak için sıkılarak:

      “Şu yola bakıyordum.” diye cevap verdi.

      Sonra ilave etti:

      “Galiba gelirken gördüğümüz Küçüktepe’ye çıkıyor… Ne idi o, Serviburnu mu diyorlar ne diyorlar.”

      Suat şemsiyesiyle göstererek:

      “Şurası mı?” diye sordu.

      Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul:

      “Ha, Serviburnu.” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha vakit var.”

      Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin gümüş bir gevşeklikle bayılmış olduğunu gördüler. Zeminin dalgaları dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe silsilelenen bayırlar, sonra dağlar hasıl ediyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle baştan başa örtülü görünüyor, oradan ta Hisar’a, Kaplıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bükülerek, kıvrılarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş Tarabya’nın üstünde, bir aynada görülüyormuş gibi kamaştıran ateş beyazıyla bir güneş değil, hudutsuz, şekilsiz bir cehennem levhası gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün ağır adım sesleri sayılıyor, ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.

      Suat biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Oo!” diyordu. Hep oraya gittiler. Sığ sahilde kaya parçalarını gösteriyordu. Buranın cam göbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek hareleniyordu. Dibindeki en ufak taşlar bile elle gösterilerek sayılacak kadar duru olan deniz gitgide yeşili mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe kâh yeşil, kâh mor, kâh mavi uzanıyordu.

      Suat gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek:

      “İşte şurası tehlike burnu.” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar!”

      Necip sordu:

      “Acaba sandallar da mı?”

      Süreyya karşıda Büyükdere rıhtımı önünde durularak dere gibi sahilin bütün binalarını koynunda aksettiren denizden başını çevirip bakarak güldü:

      “Galiba yalnız sandallar… Hatta durgun havada bile… Zannederim asıl durgun havalarda… Baksanıza…”

      Eliyle geniş bir çizgi çizerek bir dalgasız denizi, bir rüzgârsız gökyüzünü gösterirken Suat gülüyor, Necip’e bakıyordu:

      “Gemici Bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı…”

      Süreyya omuzlarını kaldırdı:

      “Unutuyorsunuz ki sandal, yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl gideceğimizi düşünün… Bakınız püf yok…”

      Suat dudak büktü:

      “Kürekleri siz çektikten sonra… Zira dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necip Bey’le biz ikimiziz.”

      Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki:

      “Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz; sandalı da bırakırız, Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin…”

      Necip başını salladı. Acaba akıntı müsaade edecek mi idi? Tarabya’ya geçmek için galiba biraz yükselmek gerekirdi. Ya sonra?

      Suat güldü:

      “Gemici Bey akıntıyı unuttu!” dedi. Süreyya’nın fikrini müdafaa için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu. Süreyya haykırarak “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya?” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.

      Suat şemsiyesini sallayarak:

      “Herhâlde şimdiden sandala girmeliyiz, yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.” dedi.

      Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış olan tül dalgaları gibi dumanları göstererek ve gizli bir sesle sokularak:

      “Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.

      Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun:

      “İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur!” diye eğlendi. “Onlar sade ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa… Başka çare yok Suat, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız safra olmayı elbet sen de istemezsin.”

      “Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa…”

      Süreyya gülerek:

      “Ah kadınlar.” dedi. “Eksik söyledin Suat, bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi, merdiven gibi yükselerek arkası gelmez… Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak… Sonra… Ne bileyim, gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç…”

      Suat kolunu kurtararak ve şuh bir gülüş ile dişlerini göstererek:

      “Elimize mi, dilimize mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha… Lakin bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?”

      Süreyya şüpheli şüpheli başını sallayarak soruyordu. Suat, saydığı

Скачать книгу