Eylül. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eylül - Mehmet Rauf страница 15

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eylül - Mehmet Rauf

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      “Ya akıntı?” diye sordu.

      Bunun üzerine Süreyya, Boğaz’ın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti. Hem onun istediği bir sandaldı, kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yasa kürek, başka çare olamazdı.

      “Fakat kotra ile iş büsbütün başka olur.” diyordu. “Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine bağlıdır, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâr bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu?” Bunu söylerken eliyle rüzgârı gösteriyor:

      “Şu rüzgâra bak!” diyordu.

      Rüzgâr, Karadeniz’in bütün hiddeti ve körpeliği ile tepelerden koparak saldırıyordu.

      “Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir!” dedi.

      Sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere gülerek “Vaktiyle…” dedi, bir kere Boğaz’ı geçmek için iki gün uğraştıklarını anlattı.

      Sandal bahsi, sönen bir rüzgâr gibi bitap cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın beklemesi artık bir söz söylemeyerek dürbünü elinden bırakamamak derecelerine geldiği zaman Necip’le Suat arasında “Artık gelmeyecek.” sözü başladı. Suat:

      “Eğer sandal gelmezse elimizden kurtulamazsın.” dedi. Necip ile bir olarak onu ümitsiz bırakmak istiyorlardı. Sonra Suat, Beykoz’dan bahsetti. Orası şimdi kim bilir ne güzeldi; bu rüzgârda çayırları görmeliydi!

      “Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra…” diyerek yarı şikâyetli bir eda ile Necip’e baktı.

      Sonra:

      “Canınız sıkılıyor, Necip Bey.” dedi.

      Necip gülümseyerek:

      “Galiba biraz.” diye göz kırptı.

      “Piyano çalalım mı?”

      Bu teklif cana minnet bilinerek kabul olundu; onlar piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.

      Necip piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayıp “Eyvah!” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki, nota düşünmeye vakit kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu tesiri olmuştu ki, hürmet ve muhabbet ettiği, hürmet ve muhabbet gördüğü Süreyya ile Suat’tan ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Kendi kendine, gelecek sefer mutlaka unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç operası Suat’ta yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de tabii bulunmuyordu. Bulunanlar arasında kullanılmayacak hâlde olanlara da nişan koyup yenilemek istiyordu.

      Suat piyanoda birkaç gam yaparak:

      “Hangi havaları seversiniz?” diye sordu.

      Necip notaları karıştırarak gözden geçirdi:

      “Aman romans olmasın!” dedi. Sonra romanslar hakkındaki ilgisizliğin hikâyesini anlattı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu. Suat:

      “Granviya?” dedi.

      “Âlâ!” dediler; Granviya’yı ikisi de pek seviyordu.

      Necip:

      “Onda her şey var.” diyordu. “Oynak, çevik, üzgün, süzgün… Her tel var.”

      Granviya’dan Faust’a geçtiler ve Granviya’nın valsinden sonra Faust’un valsini kıyasladılar. Arkalarından askerler marşı geldi. Rigoletto marşı çalındı. Necip can atan havaları tercih ediyordu; bunun için Troyatore, Traviyata’yı koydu. “Adiyö del pasato”, “Bu kadar genç ölmek”, “Ah, belki!” parçaları çalındı. Necip:

      “Verdi girdi mi iş değişiyor fakat sizde Verdi tekmil değil.” dedi.

      Suat bestekârların iyice bilmediği hayatlarına dair malumat soruyor, Necip bildiği tafsilatı veriyordu. Öyle oldu ki, musiki susup yalnız bahsi devam etti. İkisi de şunda birleşiyordu ki, dünyada musiki gibi hiçbir şey yoktur. Necip için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mesut olduğu zamanlar değil, musikiyle mest olduğu zamanlar idi. Musiki o kadar çetinlik ve düşkünlük ile hissine dokunuyordu. Asıl ağır musikiden anlamak birçok senelik hususi eğitime ihtiyaç olan Glück, Haydn, Beethoven gibi üstatlardan bahsederek onları dinleyip anlamadığı için eseflerini söylüyordu.

      Balkona çıktıkları zaman saat ona geliyordu:

      “Hani kotra?” diye gülüştüler. Süreyya iyice canı sıkılmış gibi:

      “Belli olmaz ki, belki gece gelir.” dedi.

      Suat:

      “Artık herhâlde bizi evde daha ziyade hapsedemez ya?” dedi.

      “Evet, çıkalım.” dediler.

      Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp kıyıları teftiş etmekten geri kalmıyordu.

      Necip gülerek:

      “Sandala mı bakıyorsunuz?” dedi. Suat serzenişle:

      “Beykoz Çayırı’na bakmaz ya?” diye söylendi.

      Necip:

      “Evet, yazık oldu, görmek isterdim.” dedi.

      Süreyya hiddetlendi:

      “İşte yarın gideceğiz a canım!”

      Fakat Necip erkenden İstanbul’a inecekti; o zaman hep bu söz oldu. Süreyya, Suat rica ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar halisane idi ki, Necip kabul etti. Zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil mi idi?

      Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancı ile bağırarak konuşuşu Necip’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandal ile iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz kaplama tahtalı, başı kıçı bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde çok büyük olduğu anlaşılan bir yelken vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necip’in pek hoşuna gitti ve Süreyya kendisine tecrübe etmek üzere sandala gelmesini teklif edince kabul ederek iki delikanlı sandala bindi. Rüzgâr hafifçe idi fakat sandal yine iyi yürüyordu. İstihkâmlara doğru yükseldiler. Süreyya eski maharetini göstermek için dümene geçmişti; merak ederek “Acaba dayanır mı?” diyordu. Oradan Kavaklar’a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya memnundu. Necip, Süreyya ile sandalcıları pazarlıkta bırakarak içeri girdi. Onlar gezerken balkonda dayanmış duran Suat’ın yanına çıktı. Suat:

      “Nasıl?” dedi.

      Necip methetti.

      Suat:

      “Hava

Скачать книгу