Nutuk. Мустафа Кемаль Ататюрк

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Nutuk - Мустафа Кемаль Ататюрк страница 3

Nutuk - Мустафа Кемаль Ататюрк

Скачать книгу

bunca çile ve sıkıntılarıyla yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle içleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumu kenarında dimağları çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul…

      Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu Padişah’ın hıyanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği dinden ve gelenekten gelen bağlarla, itaatli ve sadık. Millet ve ordu, kurtuluş çaresini düşünürken yüzyıllardır devam edegelen alışkanlığın tesiriyle, kendisinden önce, yüce hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve ona tecavüz edilmemesini düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun manasını anlamak kabiliyetinde değil… Bu inanca aykırı fikir ve görüş ileri süreceklerin vay hâline! Derhâl dinsiz, vatansız, hain, alçak olur…

      Diğer önemli bir noktayı da belirtmek lazımdır. Kurtuluş çaresi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek esas sayılmaktaydı. Bu devletlerden yalnız birisiyle dahi başa çıkılamayacağı vehmi, hemen bütün dimağlarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya, Macaristan varken hepsini birden mağlup eden, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında tekrar onlarla çatışmaya varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.

      Bu zihniyette olan yalnız halk tabakası değildi; bilhassa yüksek tabaka denilen insanlar böyle düşünüyorlardı.

      O hâlde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Bir defa, İtilaf Devletleri’ne karşı düşmanca tavır alınmayacaktı ve Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı.

      Düşünülen Kurtuluş Çareleri

      Şimdi efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım: Bu durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar hatıra gelebilirdi?

      İzah ettiğim hususlar ve müşahedelere göre üç çeşit karar ortaya atılmıştı:

      Birincisi: İngiltere’nin himayesini istemek,

      İkincisi: Amerika’nın mandasını istemek.

      Bu iki çeşit karar sahipleri, Osmanlı Devleti’nin bir bütün hâlinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı İmparatorluğunu, muhtelif devletler arasında paylaşılmasındansa, bütün hâlinde, bir devletin himayesi altında bulundurmayı tercih edenlerdir.

      Üçüncü karar: Mahallî kurtuluş çarelerine başvurmak… Mesela bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı ihtimaline karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine başvuruyor. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılacağını oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.

      Bu üç çeşit kararın gerekçesi, vermiş olduğum izahat arasında mevcuttur.

      Benim Kararım

      Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassızdı. Hakikat şu ki içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç: Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da paylaşılmasını sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi manası kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti.

      Neyin ve kimin korunması için kimden ve ne yardım sağlanmak isteniyordu?

      O hâlde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?

      Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!…

      İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da, Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

      Ya İstiklal Ya Ölüm

      Bu kararın dayandığı en kuvvetli muhakeme ve mantık şuydu:

      Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkisinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

      Yabancı bir devletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten, bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

      Hâlbuki Türk’ün haysiyeti ve gururu ve kabiliyeti, çok yüksek ve büyüktür.

      Böyle bir millet esir yaşamaktansa, mahvolsun daha iyidir!… Öyleyse ya istiklal ya ölüm!

      İşte hakiki kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı.

      Bir an için bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!

      Peki efendim. Diğer kararlara boyun eğme hâlinde netice bunun aynı değil miydi?

      Şu farkla ki; istiklali için ölümü göze alan millet, insanlık, haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz esirlik zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman gözündeki mevkisi farklı olur.

      Sonra Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemektir. Çünkü millet her türlü fedakârlığı göze alarak istiklalini elde etse de saltanat devam ettiği takdirde bu istiklale tamamen kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık vatanla, milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklal ve haysiyetinin koruyucusu mevkisinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabilirdi?

      Hilafetin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu hakiki medeniyet âleminde gülünç görülmekten başka bir tarafı kalmış mıydı?

      Görülüyor ki verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için henüz milletin alışmadığı meselelere temas etmek lazım geliyordu. Ortaya atılmasında, halk için büyük mahzurlar doğuracağı sanılan hususların söz konusu edilmesinde mutlak bir zaruret vardı.

      Osmanlı hükûmetine, Osmanlı Padişahı’na ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.

      Uygulamayı Safhalara Ayırmak ve Kademe Kademe Yürüyerek Hedefe Varmak

      Türk ata yurduna ve Türk’ün istiklaline saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahla karşı koymak ve onlarla mücadele etmek lazım geliyordu. Bu önemli kararın bütün icaplarını ve zaruretlerini ilk gününde

Скачать книгу