Gizli Mabet. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gizli Mabet - Омер Сейфеддин страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Gizli Mabet - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü:

      “Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar.” dedi.

      Hâkim elini kaldırdı:

      “Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum.”

      “Söylemem, yapmazsın.”

      “Yaparım.”

      “Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!”

      “Aldatmam. Yaparım diyorum evladım.”

      “Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!”

      Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyyetle tekrarladı:

      “Bunlar şahit olsun! Allah şahit olsun, yapacağım!”

      Ağzında zapt ettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği, sesinin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanı ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu, yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü:

      “Pekâlâ hâkim efendi.” dedi. “Senden istediğim bu: Hüsmen’in sarı köpeğini buldur. Gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.”

      Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: “Namus bre namus… Yaptırmazsan ahirette iki elim yakanda kalsın!” diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.

      ACIKLI BİR HİKÂYE

– İngiliz edebiyatından intihal —

      Müthiş bir kış… Her taraf kar içinde… Dereler, tepeler donmuş! Tabii ağaçların yaprakları da dökülmüş… Ağaçları aklınıza getirmemize sebep, kendinizi, kutbu şimalide zannetmemenizi temin etmektir. Çünkü orada fok balıkları, penguenler, Eskimolar bulunur. Fiyorlar da vardır. Tam kutup noktasında pusula deli olmuş gibi dönmeye başlar.

      Sadede gelelim: Her taraf kar içinde demiştik. Kar, yalnız evlerin çatılarını, Himalaya, Alp, Ural Dağları’nı örtmez ya… Alçak yerleri de beyaz bir Acem halısı gibi kaplar. Alçak yerlerin arasında hattı üstüva cihetlerini istisna etmek lazımdır. Çünkü kürei arz bir insana teşbih edilse, karnıyla sağrısı hattı üstüva olmak icap eder. Bununla beraber bu insanı çok şişman tahayyül etmelidir ki, karın kısmı en fırlak cihetleri olabilsin! Hattı üstüva, kürei arzın en alçak yeri değil, bilakis en yüksek yeridir. O hâlde niçin üstüne kar yağmıyor? Bu mesele henüz ilmin gizli bir sırrıdır. Tıpkı kanser, tifüs, İspanyol nezlesi mikrobu gibi… Medeniyet bir gün terakki edince bu sebep de keşfedilecek!

      Biz sadedimize gelelim: Ne diyorduk? Kar yalnız çatıları örtmez, değil mi? Evet, yalnız çatıları örtmez. Sanki kırmızı kiremit kaplı bir çatıymış gibi toprağın üstünü de örter.

      Bu örtü bazen bir metreyi geçer. Bazı soğuk memleketlerde patates, yer elması gibi meyveler, hayır, meyve değil zahireler, toprak altında kendi kendine yetişir. Galiba onların güneşe ihtiyaçları yoktur. Hem bir âlimin fikrine göre, bu nevi nebatat, arzın veremleriymiş! Belki dünyanın her tarafına verem, bunlardan sirayet etmiştir. Sanatoryumlar da…

      Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü. Toprak gözle görülemiyordu. Toprağı görmek için karları süpürmek gerekirdi. Hâlbuki bu ameliye yalnız sokaklarda yapılır. Sokaklarsa kaldırım döşelidir. Üzerinde hiç yenecek bir şey bulunmaz. Gıdasını yerden alan hayvancıkların hâlini bir düşününüz! Bütün dünyanın yüzü şekersiz bir su dondurması kaplı. Bir avuç yeseler hemen donacaklar!

      İşte yeryüzü böyle feci bir şekilde iken, bir bahçenin orta yerinde, minimini serçecik titreyip duruyordu! Fakat korkusundan değil! Çünkü yalnız korku için titrenilmez! Küçük ayakları mercanlar gibi donmuştu. Bir haftadır bir şey yememişti. Son yediği şey, bahçeden geçen bir çocuğun elinden düşürdüğü pasta parçasıydı. Artık ölecekti işte. Azrail etrafında dolaşıyordu. Zavallı serçe o kadar aç, o kadar biilaçtı ki… Açlıktan minimini ellerini, yani kanatlarını dizlerine vuruyor:

      “Ölüyorum, ölüyorum!” diye ötmek istiyordu. Fakat ötemedi. Çünkü sesi çıkmadı, ötmek için sese ihtiyaç vardır. Ses ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir. Çarpmak bir kuvvet neticesidir! Kuvvet olmayınca hareket olmaz. Hareket de hayatın ta kendisidir. Eğer arz dönmezse kıyamet kopar. Güneş olduğu yerde dursa hemen söner. Kutup Yıldızı bile…

      Şey, sadede gelelim: Ne diyorduk? Minimini serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi… Onun bu ümitsiz hâli bütün kâinatı yaratan Allah’ın gözünden kaçmadı. Fırtına, tipi, bora içinde zavallı mahlukunun can çekişmekte olduğunu gördü. Oraya ağır yüklü bir sürücü atı gönderdi. Bu at kırmızıydı. Kuyruğunun ucu ile alnının orta yerinde beyaz lekeler vardı. İşte bu at serçenin bir metre yetmiş beş santimetre kadar uzağından geçiyorken, sanki ruhani bir ilhama mazhar olmuş gibi, gayet hayırlı bir şey yaptı. Yani oraya bir kucak taze gübre bıraktı. “Gübre” deyip geçmeyiniz. İnsan için el, ayak, kuş için kanat, geyik için boynuz, vapur için baca, tayyare için pervane ne ise, “gübre” de ziraat için odur! Gübresiz ekip biçme olmaz. Eğer atlar, eşekler bu maddeyi bize ihsan etmemiş olsalar, buğday yetişmez. Tarlalar cansız kalır. Tarlalar çöl olduktan sonra, biz de açlıktan mahvoluruz. Son zamanın âlimlerinden birkaçı “suni gübre” imaline kalkmışlardı. Eğer muvaffak olsalardı, tabii atlar da gübre yapmaktan vazgeçeceklerdi. Fakat o vakit ne yapacaklardı? Acaba yalnız asit ürik mi ifraz edeceklerdi? Neyse…

      Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş beş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığınını görünce mahmur gözlerini açtı. Tin tin sıçradı. Bu hafif beyaz bir duman çıkaran koyu sarı maddenin başına geçti. İçindeki arpaları birer birer topladı. “Topladı” deyince bir yere biriktirdi sanmayınız. Topladıkça yuttu. Boş kursakçığı doldu, davul gibi şişti. Donan ayaklarına hararet geldi. Kanatlarını kımıldattı. Pırradak uçtu. Dama kondu. Avazı çıktığı kadar ötmeye başladı:

      “Cik cik cik…”

      Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı. Damın üzerinde cik cik öten serçeye baktı. Tüfeği kaldırdı. Cilalı, ceviz tahtasından mamul dipçiği sağ omuzunun oyluk kemiğine dayadı. Onun bu vaziyetini serçe görmüyor, habire:

      “Cik, cik, cik…” diye ötüyordu. Çocuk güzel bir nişan aldı. Sağ elinin şehadet parmağının ilk boğumuyla tetiği çekti: Bum… Serçecik vuruldu. Ölüsü karların üzerine düştü!

      Kıssadan hisse:

      İnsan bir “halt” ettiği zaman damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!

      “Darwin”in sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz:

Скачать книгу