Turfanda mı Turfa mı?. Mizancı Mehmed Murad

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Turfanda mı Turfa mı? - Mizancı Mehmed Murad страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Turfanda mı Turfa mı? - Mizancı Mehmed Murad

Скачать книгу

Efendi sevinerek durdu ve:

      “İsmail, gel kardeşini kucakla!” dedi.

      İsmail Bey ile Mansur’un aralarında birkaç kere mektuplaşma olmuş, resimler gönderilip alınmıştı. Birbirlerini tanıdılar, samimiyetle, sevgiyle kucaklaşıp öpüştüler.

      Salih Efendi:

      “İsmail, baksana ne diyor? Otelde, han köşesinde oturacağım, size gelmeyeceğim” diyor.

      İsmail Bey:

      “Hiç öyle şey mi olur? Mansur Bey şaka etmiştir, öyle değil mi kardeşim?”

      Mansur sesini çıkarmadı.

      Üçü birlikte kütüphane tarafından harem dairesine doğru yürüdüler. Efendi’nin büyük bir dikkatle kütüphanenin iki kapısını da cebinden çıkardığı büyücek bir anahtarla açması ve tekrar kilitlemesi Mansur’un gözünden kaçmadı.

      Efendi’nin bu hareketi, hareme karşı haysiyet kırıcı bir emniyetsizlik gibi geldi. Lakin hemen Şeyh Efendi’nin kitap ve değerli eser merakıyla iyiye yordu.

      Harem sofasına gelince Efendi:

      “Siz burada biraz eğlenin.” diyerek yalnızca bir kapıdan içeriye girdi.

      Yalnız kalınca İsmail Bey Mansur’u kolundan tutup pencerenin önüne götürdü ve elini yakalayarak bir saniye kadar yüzüne, gözüne samimiyetle, sevgiyle baktı.

      “Ne kadar memnun olduğumu bilsen, kardeşim! Ne iyi ettin de geldin. Ben seni Türkçe bilmez bir Arap zannederdim. Sen ise halis İstanbullu gibi konuşuyorsun, hem hâl ve tavrın da seni taşralı gibi göstermiyor. Nasıl oldu da buna muvaffak oldun?”

      “Annem yalnız Türkçe konuşurdu. Bir de hemşehrilerle görüşürdüm.”

      “Hangi hemşehriler?”

      “Hangi hemşehriler olacak? İstanbullu, taşralı Türk, Osmanlılar.”

      “A! Demek ki sen kendini Türk ve Osmanlı biliyorsun. Çoktan mı?”

      “Kendimi bildiğim günden beri.”

      “Bak Mansur Bey! Buna da pek memnun oldum. Fakat babama söyleme. O haz etmez. O kendini hâlâ “İbni Galib” zannediyor. Hatta birkaç kere itiraz ederek gücendirdim bile.”

      İsmail Bey’in konuşması ve hâli Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandırmıştı. Mansur buna pek sevindi.

      Gittiği kapıdan geri gelen Efendi, “Buyurun evladım.” diyerek yine önde yürüdü.

      Üçü birlikte önce bir odaya, odadan binanın iç tarafındaki pencereden aydınlık alan aralığa dönerek bir iki kapalı kapının önünden geçtikten sonra, karşılarına gelip bir halayık tarafından hususi surette perdesi kaldırılmış olan diğer bir kapıdan içeriye girdiler. O da büyük bir sofaydı.

      Sofanın bir kenarında biri minderde, diğer ikisi biraz uzağında sandalyede olmak üzere üç kadın oturuyordu ki erkekler girince hemen ayağa kalktılar. Mansur, yüzlerine dikkat etmeye vakit bulamadı.

      Salih Efendi:

      “İşte yirmi sene sonra kavuştuğumuz oğlumuz Mansur Bey.” diyerek Mansur’u minderdeki karısının yanına kadar götürdü.

      Mansur nasıl hareket edeceğini önceden düşünmemişti. Hatırına birden çocukken el öptüğü geldi. Hanımefendi’nin elini öpmek istedi. Hanımefendi ise elini çekerek Efendi’nin yüzüne baktı.

      Efendi:

      “Elini versene! Evladın değil mi? Elbette elini öpecek. Sen de kucakla da mukabele et.”

      Hanımefendi itaat etti. Fakat bu oyun oyuncular tarafından ustalıkla oynanamadı. Oyuncular acemiydiler. Daha doğrusu, her iki taraf için oyun yeni, ilk oyundu. Acemiliklerini kendileri de anladılar. Gerek Hanımefendi, gerek Mansur utanarak kızardılar. Hatta Mansur bu sırada eteğine doğru gelmiş olan Sabiha ile Zehra Hanımlara bir “Estağfurullah” ile olsun karşılık verememiş ve alafranga baş eğerken kuru bir temenna ile yetinmişti. O bile biraz geç kalmıştı.

      Hanımefendi:

      “(Arap çocuğu olduğunu belli eder bir telaffuzla) Sefa geldiniz, evladım. Biraz geç görüştükse de İsmail’inkinin yanı başında sizin için de kalbimde yer hazır olduğunu hatırınızda sıkı tutunuz. Belki de size söylenmiştir; annenizi pek severdim. Sizi de seveceğimi biliniz.”

      “İltifatınıza teşekkür ederim, efendim. Evet, annem her zaman sizin ve Amca Efendi’nin teveccühlerini ve faziletlerinizi söylerdi. Hatta iki ay daha ömrü vefa etmiş olsaydı, on sene önce bizi yanınızda görecektiniz. Teveccühünüzü şimdi ben de gözümle görüyorum. Bendeniz de İsmail Beyefendi kadar olmazsam bile sevginizi kaybetmemek için gereken davranışlardan pek geri kalmamaya gayret ederim.”

      Salih Efendi’nin yüzünü sevinç kapladı. Gözleri parladı. Kendi kendine dedi ki:

      “Acayip şeydir. Kadınlarda bilinmeyen bir tesir kuvveti var. Nasihatlerime karşı çelik gibi görünen Mansur, gönül alıcı bir sözü üzerine balmumu gibi yumuşadı. Kadınların yanında Mansur pek mahcup oluyor. Vicdan temizliğine işarettir. Buna da şükür olunur…”

      İsmail Bey:

      “Mansur beni kıskandırmaktan sakın ha! Zira annemi pek severim.”

      Sabiha Hanım:

      “Ya ben? Beni hesaba koymuyor musunuz?”

      Mansur kendisinin hesaba konulmasını hatırlatan pehlivana dönüp baktı.

      Gençlik, güzellik parıltılarına boğulmuş melek çehreli bir genç kız göründü.

      Kusursuz beyaz yüz, dudaklarının uçları nazlıca yukarıya kıvrılmış küçük pembe ağız, siyah göz, iri göğüs, ince bel, mini mini eller, süslü ve pahalı tuvalet, kısaca fistanı altından beyaz iskarpin içinde görünen küçük ayaklar, hepsi güzel bir tesir uyandırıyordu.

      Mansur biraz şaşırdı. Bir şey söyleyemedi. Fakat gözünü yüzünden alamadı. Sabiha Hanım’ın siyah göz ile tuhaf bir tezat teşkil etmiş olan açık sarı kaşlarına dikkat etmişti. Hatta baş örtüsünün inceliği dolayısıyla altındaki saçın da kaşı renginde olduğu fark edilebilirdi.

      Gözüne bakarken bakışları karşılaştı. Sabiha Hanım gözünü çabuk indirdi. İffet vazifesi onu gerektiriyorduysa da Mansur bundan hoşnut olmadı.

      Gözünün bakışından zekâ kuvvetini ve karakter sağlamlığını gösteren bir ifade yoktu. Bilakis “İşte ben böyle güzelim.” der gibi bir gurur görünüyordu.

      Sabiha Hanım değil, hatta baba ve annesi bile Mansur’un zihninden hangi ince düşüncelerin geçtiğini keşfedemediler. Hepsi Sabiha’nın Mansur’da büyük bir tesir yarattığına hükmettiler. Bu hüküm, Efendi’nin ekmeğine yağ demekti. Diğer anneler gibi kızını bir gün

Скачать книгу