Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü. Lütfü Şehsuvaroğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 15

Жанр:
Серия:
Издательство:
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü - Lütfü Şehsuvaroğlu

Скачать книгу

korumuştu, gemiden kurtulmuştum. Şükürler ettim Rabb’ime…

      Doğruca köye koştum.

      Onlar da bizi aramaya çıkmışlar…

      Leonardo da var.

      Kim bilir ne dedi? Thilas’la kaçtığımı mı düşündü?

      Babam, annem, Vasili Baba, Petlis amca, Thilas’ın annesi ve babası, ablası, komşuları…

      Ve bazı köylüler…

      Koşup bana sarıldılar. Annem, babam ve Vasili Baba ağlıyorlardı.

      “Bir şey yok, bir şey yok!” dedim. “Sadece Thilas denizaşırı gidecekmiş. Veda etti. Bir gemiye bindi ve gitti.” dedim.

      Annesi ve babası atıldılar.

      “Olamaz bizim Thilas denizi sevmez, gitmez, gidemez…” diye itiraz ettiler. Ağlamaları haykırışa dönüştü.

      “Emin olun öyle.” dedim. “Merak etmeyin diye iskeleye giderken beni de çağırdı. Bana dedi ki: ‘Annem ve babam benim denizci olmamı istemiyorlar ama benim bütün hayalim bir gemide çalışmak, bu gelen gemi benim için bulunmaz fırsat.’ böyle dedi size yemin ederim…”

      Sonra durdum, merak ediyormuş gibi annesine ve babasına dönerek sordum:

      “Gerçekten onun deniz özlemini hiç mi fark etmediniz?”

      Biraz daha isyan ettiler, ahladılar, pohladılar. Şaşırıp kalmışlardı. Hayli zaman sonra etraftan da telkinlerle kaderlerine rıza göstermeye her köylü gibi hazırlandılar.

      Leonardo ve Vasili Baba galiba benim yalan söylediğimi anladılar. Ama bir şey diyemediler. Acaba Thilas’ın başına ne gelmişti?

      Leonardo ve Vasili Baba, “Yine de iskeleye gidip bir bakalım, belki gemi kalkmamıştır, gider gönül rızasını öğrenirsiniz.” dediler Thilas’ın çarçabuk kadere rıza göstermiş anne ve babasına…

      Onlar da çaresiz iskeleye doğru yürümeye başladılar ama ben duygularına hitap ederek konuyu kapadım:

      “Şimdi giderseniz, belki sizi görüp üzülür, belki gözyaşlarınızı tutamayıp ağlar ve gitme yavrum filan dersiniz ve onun istikbaliyle oynarsınız. Yine de siz bilirsiniz. Bana kalırsa o İstanbul veya İskenderiye’ye yeni hayatına çoktan yelken açtı bile…”

      “Seni cin!” der gibi bakıyordu Vasili Baba…

      Leonardo beni kaybetmediği için sevinmişti.

      Kıskandığı bir erkek elenmiş ve şansı artmıştı.

      …

      Yüzüğüme tekrar baktım; yeşil renkler maviye dönüverdi. Şimdi denizin ortasındaki donanmayı, Osmanlı donanmasını görüyorum. Yedikule açıklarında demirlemiş donanmada bir hareketlilik gözleniyordu. Gemilerdeki yeniçeriler ağalarını dinlemeyip karaya çıktılar.

      Koca Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet Ağa’ya Ahmed’imin yaptırdığı bana göre dünyanın en güzel, en mavi camisini görüyorum. At Meydanı’ndaki isyancılar, subaylarını ve yeniçeri ağasını kovaladılar.

      Önce lalanın köşkünü hedef seçtiler. Belki de bu fikirleri genç padişaha onun aşıladığını düşünüyorlardı.

      Padişaha eksik haber uçuruldu.

      Lalaya ve kızlar ağasına karşı imiş isyancılar…

      Zavallı padişah habersizdi tehlikenin büyüklüğünden.

      Şöyle dedi kendinden emin:

      “Onlara gidin ve şöyle deyin: Padişah Anadolu’ya gitmekten vazgeçti ama sizin demenizle ne lalamı, ne de kızlar ağasını azlederim.”

      Bu haberi de götürmediler isyancılara… Belki de gece boyu yapılan kurgulara lüzum kalmayacaktı. Oysa isyanın piştiği ocakta sabaha kadar söylentiler yayıldı durdu. Padişah bütün ocağı lağvedecek, yerine yeni bir ordu kuracak. Belki de yarın bostancılar yeniçerileri yok edecekti.

      19 Mayıs 1622’yi gösterdiğinde tarih, Fatih Camii’nde toplanan isyancılar, Halil ile Feridun adındaki yeniçeri kâtiplerini temsilci seçip taleplerini At Meydanı’nda bekleyen şeyhülislama ilettiler. Şeyhülislamın yanında Aziz Mahmud Hüdayi’nin talebesi ve bütün İstanbul’da itibarı yüksek bir şahsiyet olan Sultanahmed Camii vaizi de bulunuyordu. İsyancıların kellesini istediği altı kişi vardı listede: Lala Ömer Efendi, Kızlar Ağası Süleyman Ağa, Sekbanbaşı Nasuh, Kaymakam Ahmed Paşa, Başdefterdar Baki Efendi ve nihayet Sadrazam Dilaver Paşa.

      Padişah hâlâ yaklaşmakta olan tehlikeyi görmüyordu.

      “Bırakın bu sefil ayaktakımını! Çıkardıkları kargaşada boğulup giderler!” demesi ve ulemanın da “Siz vermezseniz bunlar alırlar.” şeklindeki karşılığı işi daha da arapsaçına çevirdi.

      “Susun bre nadanlar, isyancıların sözcüsü gibi konuşuyorsunuz!”

      Eski sadrazam Hüseyin Paşa padişahın ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş:

      “Biz senin önünde bir hiçiz. Bizi ver ve unut, kendini kurtar!”

      Ne kadar da duygulanmış genç ve hisli padişah, fakat delikanlılığa halel getirmemiş güya… Tıkmış şeyhülislamı ve ulemayı sarayda bir daireye…

      Böylece isyan sarayın dışında büyüdü. Kontrol edilemeyen içine girilip yönlendirilemeyen her ihtilal sonunda birkaç taviz ile bertaraf edilebilecekken en tepedekini yemek zorunda kalır.

      Hep öyle olmuştur.

      Dışarıda büyüyen isyanın, gelişen ihtilalin saray farkında değildi.

      ..

      Ulemayı At Meydanı’nda bekleyen asiler, sarayda bir tezgâhın çevrildiğini düşünmeye başlamışlar.

      “Ulema tutuklanmış ve padişah yeniçeri ocağını basacakmış…”

      Bu şüphe isyanı büyütmeye yetmişti. İsyan ama neye, kime karşı isyan?

      Bunun önemi yoktu. İsyan kitlevi olarak biriken enerjiyi taşırmaya yardımcı olacaktı.

      Gülhane Parkı’nın ağaçları ne kadar yüksek olursa olsun, bir türlü sarayın duvarlarını aşıp da bahçeyi görmeye müsaade etmiyordu. Ama Hakkı, parkın en yüksek ağacını gözüne kestirdi. Onun tutunabilirse en uç dalından sarayın bahçesi belki görülebilirdi.

      Az bir ihtimali bile göze alan yüreğe sahipti Hakkı.

      Hakkı o kadar güçlü pazılara sahip ve o kadar çevikti ki koca çınar ağacının tepesine birkaç hamlede sirk cambazı gibi çıkmıştı. Bir anda Topkapı Sarayı’nın dış duvarlarının üzerinden sarayın bahçesini gözleyebileceğini sanmış, uzanmış lakin duvarların üstünden bahçeyi

Скачать книгу