Peygamberimiz. Muhammed Ali Lâhûrî

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Peygamberimiz - Muhammed Ali Lâhûrî страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Peygamberimiz - Muhammed Ali Lâhûrî

Скачать книгу

haritasına bir göz attığımız takdirde, isimlerini saydığımız dört peygamberden Hud ile İsmail’in (a.s.) Güney Arabistan’a, Salih ile Şuayb’ın (a.s.) Kuzey Arabistan’a peygamber olarak gönderildiğini görürüz. Fakat Hicaz adı ile bilinen Arabistan’ın merkezine peygamber gönderilmediği anlaşılmaktadır.

      Hz. İbrahim’in (a.s.) Mekke’yi ziyareti ve oğlunu orada bırakması, daha sonra Kâbe’yi inşa etmesi, buralarda birçok mekân ve makamların kendi adına izafe olunmasına sebebiyet vermiştir.

      Beni İsrail peygamberlerinin risaletleri zamanında Arabistan’da putperestlik had safhasındaydı. Yemen meliklerinden biri Hz. Süleyman’ın irşadı ile tevhit dinini kabul etmişti. Bundan başka Arabistan’ın dinî hayatında ikinci bir hareket daha meydana gelmemiştir. Yahudilerin bir kısmı büyük bir ihtimalle milattan önce beşinci asırda Buhtu Nasır tarafından vatanlarından sürüldükleri zaman Arabistan’a hicret ederek oraya yerleşmişti. Son Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğine dair haberler bunlar arasında yaygındı. Bunun için Yahudiler Arabistan’a geçerek Hayber’i âdeta bir Yahudi merkezi hâline getirmişlerdi. Yahudiler Hayber’e tamamen yerleştikten sonra Museviliği yaymaya başlamışlardı. Milattan yaklaşık olarak üç asır önce Yemen hükümdarı Zu Nüvas, Museviliği kabul etmişti. Bu hükümdarın Museviliği kabul etmesi Yahudilerin dinî faaliyetini kuvvetlendirmiş, zamanla bunların Arap Yarımadası’nda önemli bir mevki elde etmesine vesile olmuştu. Fakat Arapların, genellikle atalarından kalma putperestliğe bağlı kalmaları sebebiyle Yahudilerin dinî faaliyetleri kısa bir süre sonra tabii bir ölüme maruz kaldı. Araplar oldukları yerde kalakalmışlardı. Yahudilerin bu hareketini diğer bir yenileşme hareketi takip etti. Miladın üçüncü yüzyılında Hristiyan misyonerler her taraftan Arabistan’a akın ederek Necran’a yerleşmişlerdi. Arabistan’ın batıda Habeşistan, kuzeyde Roma İmparatorluğu gibi büyük Hristiyan devletlerle çevrili olması, Hristiyan misyonerlerinin bu iki devletin dünya nüfuzuna dayanarak dinî faaliyeti ileri götürmelerine sebep olmuştu. Sonuçta Asir ile Sana’da bulunan Necran ülkesi baştan başa Hristiyanlığı kabul etmişti. Fakat Hristiyanlık bu sahanın ötesine geçemeyip, şurada burada bir takım muvaffakiyetler kazanmakla beraber, Arabistan üzerinde kuvvetli bir iz bırakamamıştır. Nihayet bu ikinci yenileşme hareketi de başarısızlık ile sonuçlandı.

      Arabistan’da meydana gelen üçüncü bir yenileşme hareketi dâhilî idi. İslam’dan kısa bir zaman önce “Mezheb-i Hanif” diye bilinen bir fikir hareketi başlamıştı. Haniflerin putperestliği terk ettikleri gibi Hristiyanlık ve Museviliğe de temayül etmedikleri bilinmektedir. Bunlar “Bir Allah’a” ibadet ediyorlardı. Fakat bunlar da memleketlerinin sosyal hayatını ıslah için hiçbir faaliyette bulunmamışlardı. Putperestliğe muhalif olan bu zümrenin bir kısmı, daha sonra Hristiyanlığa geçmişti, sayıları da çok azdı. Hz. Hatice’nin yeğeni Varaka bin Nevfel, Hz. Hamza’nın yeğeni Abdullah bin Cahş, Haniflerdendi.

      Haniflerin çoğunluğu, ne Hristiyanlığı ne de Museviliği, insanı tatmin eder bir din olarak görmüşlerdir. Haniflerin en büyükleri Hz. Ömer’in amcası Zeyd b. Amr, Taif şehrinin reisi ve meşhur şair Ümeyye gibi şahıslar sayılabilir. Fakat bu şahıslar da yenileşme hareketlerini yaymaya ehemmiyet vermiyorlardı. Bütün yaptıkları şey putperestliğin çirkin bir şey olduğunu gizlememek, bir Allah’a inandıklarını söylemek, Hanifliğin Hz. İbrahim tarafından tebliğ edilen din olduğunu açıklamaktan ibaretti. Bu hareket pek zayıf olmakla beraber mevcuttu. Bunlar Arabistan’ın içtimai çöküşü ile zerre kadar meşgul olmamışlardır. Çünkü mücerret olarak tevhide inanmak bunlar için kâfi idi. Bundan dolayı, Hanifler de diğer dinî hareketler gibi Arabistan’ın ancak sathı hayatında görülmüş, daha derine inememiş ve Arap toplumunun üzerinde hiçbir önemli tesire muvaffak olamamıştır. Zaten bu hareket, Musevilik ve İseviliğe nazaran daha zayıftı.

      Dikkate şayandır ki İslam’dan önceki bu üç hareketin hepsi de Arabistan’da bütün imkânlardan faydalandığı hâlde, çok da faaliyet göstermelerine rağmen, heba olmuşlardır. Bunlara karşılık daha sonra zuhur eden ve her türlü dünyevi yardımdan uzak olarak tek başına hareket eden bir fert, peygamberliğini en büyük muvaffakiyetle ifa ediyor, birkaç sene zarfında dünya tarihinde emsali bulunmayan bir inkılabı meydana getiriyor, Arabistan’ın köhneleşmiş olan putperestliğini kökünden kazıyarak, insanlığı çok üst seviyelere getiriyor.

      Yahudilerin Araplarla aile yakınlığı vardır. İkisinin de menşei birdir. Bunların lisanları, anane ve âdetleri arasında ortak noktalar mevcuttur ve de çoktur. Her ikisi de Hz. İbrahim’i kabul ederler ve anarlar. Arabistan’ın en bereketli yeri olan Yemen’in hükümdarı Yahudi dini olan Museviliği kabul etmişti. Yahudiliğin lehinde olan bu şartlar, Museviliğin bütün Arabistan’da yayılmasını temin edecek derecede kuvvetliydi. Araplar ise bütün dış tesirlere karşı bir kaya gibi mukavemet etmişlerdi. Yahudiliğin tebliğinden sonra Hristiyanlık da yeni bir risaletle geldi. Hristiyanların tevhit diye isimlendirdikleri akitleri ise Arapların ilah düşüncelerine benziyordu. Araplar arasında yaygın olan putperestlik, Hristiyanlık üzerinde tesirini göstermişti. Hristiyanlığın teslis akidesi, onu doğuran Yunan putperestliğine pek yakındı. Kilise akidesinin gerçek kurucusu olan Sen Paul,28 Beni İsrail peygamberlerinin tebliğ ettiği tevhit akidesini diğer kavimlere cazip göstermek için, ona çekici bir renk vermişti. Netice olarak da Hristiyanlık, birçok kavim arasında kabul görmüştü. Hristiyanlığın Arapları cezbeden özellikleri de vardı. Hristiyanlık, dinî kanunlara riayet etmekte herkesi serbest bırakıyordu. Bu ruhsat ise Arapların hayat tarzına uygundu. Hareketleri düzenleyecek kanunları tanımayan ve taşımayan bu vahşi çöl yavruları ahlaksızlık çukuruna düşmüştü. Ayrıca Hristiyanlık şehevi arzuları tatmin için genişlik de veriyordu. Araplarca en az mukavemet gösterilen din Hristiyanlıktı. Kuzeyde Roma İmparatorluğu’nun, batıda Habeşistan Krallığı’nın bulunması, Yemen’de vilayetlerden birisinin bu dini kabul etmesi Hire ve Gassan’ın Hristiyanlaşması gibi sebepler Hristiyanlığın lehinde olan durumlardı. Bu şartlar altında, bütün Arabistan’ın bu dini kabul etmesi an meselesi sayılabilirdi. Hâlbuki Hristiyan kilisesi Araplar üzerinde takdire şayan hiçbir iz bırakmadığı gibi, Arapların içki, kumar ve fuhuş gibi kötülüklere meyillerini çoğaltmıştır. Üçüncü hareket yani Haniflik; bu hareket dâhilî olmakla beraber hedefi tevhit inancını putperestliğe karşı üstün tutmak ve putperestliği ortadan kaldırmaktı. Programı bundan ibaret olmasına rağmen Arap Yarımadası’nda hiç muvaffakiyet kazanamamıştı. Bu hareketin diğerlerinden zayıf oluşunun bir sebebi de maddi bir nüfuzu bulunmamasıydı. Bu vaziyeti gördükten sonra, Hz. Peygamber’in yirmi sene gibi kısa bir zamanda başardığı dinî, içtimai ve ahlaki inkılâpta, Allah’ın kudretini görmemek mümkün değildir. William Muir gibi İslam Peygamberi’nin insafsız bir düşmanı bile, Arabistan’ın mucizevi kurtuluşunu şu sözlerle ifade eder:

      “Hz. Muhammed’in gençliğinde Arabistan, koyu bir muhafazakârlık içindeydi. Hiçbir devirde teceddüt, bu devirdeki kadar imkânsız sayılamazdı. Fakat Hz. Muhammed’in zuhuru ile Araplar yeni ve manevi bir uyanışa kavuştular. Araplardaki bu ani uyanışı bazıları, o sırada Arabistan’da bu uyanışın zaten beklenilmekte olduğuna bağlarlar. Hâlbuki Arabistan’ın mazisi ve İslam’dan önceki tarihi, bu görüşü geçersiz kılmaktadır. Hristiyanlık, Arabistan’da beş asır gibi bir zaman faaliyette bulunduktan sonra bile, ancak şurada burada birkaç insana bu dini kabul ettirebilmişti.

      Velhasıl dinî bir bakış noktasından tetkik edecek olursak, Hristiyanlığın Arabistan’da çok zayıf sarsıntılar meydana getirdiğini, buna karşılık Museviliğin daha derin tesir icra ettiğini fakat umumiyetle Arapların hurafelere ve putperestliğe

Скачать книгу


<p>28</p>

Sen Paul, Tarsus şehrinde, rivayete göre Hz. İsa zamanında doğmuştur. Asıl adı Saud’dûl. Tarsus o zaman mühim bir ticaret ve kültür merkeziydi. Kıl çadırları yapımıyla ünlü idi. Yunan Edebiyatı’nı iyi bilen ve aslında bir Yahudi olan bu Paul (Pavlos), Tarsus’tan kalkıp Kudüs’e gitmiş ve tahsiline orada devam etmişti. Onun Kudüs’e gelişi, Hristiyan tarihçilerine göre, Hz. İsa’nın başına gelen musibet anına tesadüf eder. Paul önce Hristiyanlığa karşı çıkmış, Hristiyanlığın imhasını hedef alan bir harekete de başkanlık etmişti. Şam’a, Hristiyanları öldürmeye giderken, yolda güya rüyasında Mesih’i görür ve Hristiyan olur. Şam’a vardığında, Hz. İsa’nın Mesih olduğunu ikrar eder. Daha sonrada Arabistan’a giderek orada ömrünün üç senesini inziva hayatı yaşayarak geçirir. Bundan sonra Hristiyanlığı neşretmeyi kendine vazife sayarak tekrar Kudüs’e döner, Havarilerin içine katılır. Barnabas’ın yardımı ile havariler arasında emniyet kazanır. Yahudilerin Hristiyanlara, düşmanlıkları çok şiddetli olduğundan, Paul tekrar kendi yurdu olan Tarsus’a gelmiş ve yerleşmişti. Barnabas, Paul’u Antakya’ya çağırmış ve kendine muavin yapmıştı. Böylece bu adam Hristiyanlığı yaymaya tekrar başlamıştı. Çıktığı uzun bir seyahatle, İncil’i Avrupa’ya götüren ve Atina’da Hristiyanlığı yayan kişi bu adamdır. Bir ara Atina’dan Kudüs’e dönmüştü. Niyeti Roma’ya geçmekti. Burada Yahudiler tarafından yakalanarak hapse atıldı. Paul’un davasına Roma’da bakılmasını imparator istemişti. Roma’da, hapishanede iken yazdığı mektupta, kurtuluşunu değil ölümünü istemişti. İki sene yattıktan sonra Sen Paul Kilisesi’ne yakın bir yerde idam edilmişti. Paul, Hristiyanlığın ikinci kurucusu sayılmaktadır. Hristiyanlık dininin, müşrik kavimlerin şirki ile uyuşturarak yayılmasına çalışan bu Yahudi’dir. Sen Paul’un inançları ve tesirleri hakkında daha fazla bilgi almak için Mevlana Seyyid Emir Ali’nin “Ruh’ül İslam” adlı eserine bakınız.