İslamsız Müslümanlık. Abdülbaki Erdoğmuş

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İslamsız Müslümanlık - Abdülbaki Erdoğmuş страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İslamsız Müslümanlık - Abdülbaki Erdoğmuş

Скачать книгу

Kur’an’dan uzaklaştırmıştır. Artık mezhep farklılıkları sadece fıkıhta/hukuk yorumlarında değil, dinde de farklılaşmaya, ayrışmaya yol açmıştır. Kur’an ışığında çağın ruhuna ve toplumsal koşullara göre şekillenmesi gereken fıkıh/hukuk, mezheplerin dar kalıplarında sıkışarak gelişmelere karşı bağnazlığa, taklide sığınmıştır. Böyle bir anlayışın tabii sonucu olarak geleneksel fıkıh mezhepleri, tarihî aksiyoner, değişimci fonksiyonlarını yitirerek “kara kaplı” kitaplarla yetinmeye ve bilimsel araştırmalara karşı direnmeye çalışmışlardır.

      6- Tasavvuf

      Tasavvufun birbirinden farklı çok sayıda tanımı vardır. Lakin Ma’rûf-i Kerhî tasavvufu şu şekilde tanımlamaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, sırlar hakkında konuşmak ve halkın elindeki şeylere ümit bağlamamaktır.”

      Kerhî’nin bu tanımından onun, tasavvufu dünyevi olana itibar etmemek ve varlığın özünü, ruhunu anlamayı amaçlayan bir din anlayışı olarak gördüğünü anlıyoruz.

      Tasvvuf ne Hint mistisizmi ne de antik Yunan felsefesinin uzantısıdır; Kur’ân ve Sünnet’in insana, hayata, ahlaka, topyekün yaşamın her alanına dair felsefesini, kalbî derinlikle hissetmektir ve bunu muhabbet, mârifet, aşk, takva ve vecd içinde yaşamaktır.

      Tasavvufu; herhangi bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” olarak tarif eden ve bu bağlamda Müslüman tasavvuf anlayışını da “İslam mistisizmi” olarak tanımlayanlar olsa da tasavvuf ve mistisizmin ayrı ve farklı şeyler olduğu ortadadır. Sufilerin tasavvuf düşüncesi dünyada “muhabbetullah” (Allah sevgisi) ve ahirette “cemalullah” (Allah’ı seyretmek) biçiminde özetlenebilir.

      Tasavvuf ve tarikat aynı şeyler değildir. Tasavvuf; bireyseldir. Sufi, birey olarak her türlü kötü düşünceden, bunun için de dünyalıklardan soyutlanarak saf, temiz, arınmış olarak Allah’a ulaşmaya çalışır. Cennete gitmek veya cehennemden korunmak gibi bir beklentisi de yoktur. Sufiler bir mürşide ihtiyaç duyarlar ancak aşkları mürşide değil Allaha’dır. Bir sufinin tek amacı, cemalullahı bir kez de olsa seyretmektir. Sadece dünyayı değil, cenneti de cehennemi de umursamaz.

      Tarikat ise şeyhin öncülüğüne ve şefaatine ihtiyaç duyar. Müritler cehennem korkusu yaşadığı için cennete gitmenin yollarını ararlar. Şeyhin bütün müritlerine Allah katında şefaat edeceğine ve hepsinin cennete gitmesini sağlayacağına inanırlar. Bunun karşılığında şeyhe sadakatle bağlanır ve iradelerini tamamıyla şeyhe teslim ederler.

      Sorgulanması gereken, “Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir?” (Bakara/2:255) ayetiyle Allah’ın izni olmadan peygamberler dahil hiç kimsenin şefaat edemeyeceği çok açık ifade edildiği hâlde, henüz yaşarken şefaat etme garantisi nasıl verilebilir?

      “Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.” (A’raf/7:6) ayetiyle peygamberlerin dahi sorguya çekilecekleri kesin olarak belirtilmektedir. Buna göre veli, mürşit, gavs, hazret, şeyh, halife ve imam gibi önderlerin hesap vermeden cennet garantileri yokken, henüz yaşarken sadık müritlerine nasıl olur da cennet garantisi verebiliyorlar?

      Hesap gününün tartışmasız “tek maliki/hâkimi” (Fatiha/1:4) Allah olduğu hâlde müritlerini kibrit kutusunda veya bir himmet ve şefaatle hesap vermekten nasıl kurtarabileceklerini sorgulamak gerekmez mi?

      Tarikatlar içinde çok sayıda şeyhin/âlimin toplumsal barışa büyük katkı verdiği, hakikat mücadelesi uğruna ağır bedeller ödediği, bazılarının hayatını feda ettiği bilinmektedir. Ancak özellikle tarikat mensuplarının, tarih içinde tarikatların nasıl bir sömürü düzenine evrildiğini, gerçeklerden koptuğunu, tasavvuftan saptığını ve dünyevileştiğini görmeleri gerekir.

      Her durumda tarikatlar, cemaatler, gruplar, fırkalar, medreseler, dergâhlar, örgütler, partiler gibi beşerî oluşumlar Müslümanların kendi içinde sosyal, siyasal ve sivil örgütlenme biçimleridir. Bunların hiçbiri din değildir ve İslam’ı asla temsil etmezler!

      Cüneyd-i Bağdâdî: “Tasavvuf yollarından yalnız Resulullah’ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer,” der.

      Tasavvufa eleştiriler yöneltilebilir ancak tarikatlarla ortaya çıkan anlayış üzerinden tasavvufu eleştirmek doğru değildir. Tarihte temayüz etmiş şeyhlerin tamamını da aynı kategoride değerlendirmek yanlıştır.

      Bu konuda bin yıl önce Şeyh Abdulkadir Geylani’nin okuduğu hutbe dikkat çekicidir:

      “Yoksulun karnındaki bir lokma (bir yoksulu doyurmak),

      bin mescid inşa etmekten daha hayırlıdır,

      Kabe’ye örtü ve atlas giydirmekten de (daha hayırlıdır),

      Allah için kalkıp rükû (ibadet) etmekten daha hayırlıdır,

      Küfre karşı özveriyle ve keskin kılıçla cihad etmekten daha hayırlıdır,

      Sıcağın altında yıl boyu (bir ömür) oruç tutmaktan daha hayırlıdır,

      Yoksulun karnına inen un (lokma) artık güneş aydınlığı gibi parlaktır;

      Ey açları doyuranlar!

      (Sizlere) müjdeler olsun.”

      Bu hikayeden anlaşıldığı üzere tasavvuf, yalnız ibadet ve ritüellerden ibaret bir dini anlayış değil bunun ötesinde insana, doğaya ve canlı cansız bütün varlıklara karşı bir merhamet yaklaşımıdır.

      7- Ahlak

      Ahlak; Allah’ın bir mizan ile yarattığı ve insanı da içine alan kâinat nizamına uygun, uyumlu ve sorumlu yaşamaktır. Kâinat düzenini tahrip eden, bozan hiçbir davranış biçimi ahlakî kabul edilmez.

      Ahlaklı insan, bir dine, bir millete ve bir coğrafyaya ait olan değil, kâinat düzenine uyan, bu düzeni koruyan ve zarar görmesini önlemeye çalışan insandır. İnsan gibi her canlının ve doğaya ait bitki, su, hava, toprak gibi her varlığın yaşamsal alanı, sınırları, ihtiyaçları vardır. İnsana, alanlarını tahrip ve yok etmeden onlardan yararlanma izni verilmiş, bunun karşılığında saygı duymak, merhametle yaklaşmak, gerektiğinde ihtiyaçlarını karşılamak, hakkını, hukukunu koruma sorumluluğu da insana verilmiştir.

      Ahlak bir dinle veya dini aidiyetle sınırlandırılamaz. Dini ve manevi olarak da tanımlanamaz, dini veya dünyevi olarak ayrıştırılamaz. İnsanlar arasındaki ilişki biçiminden de ibaret değildir. Adalet ilkesi gibi insanlığın ortak paydası olarak, insan ve diğer varlıkların, insan ve evrenin ilişki biçimini de düzenleyen temel bir ilkedir.

      Yazar Ali Bulaç, “vahiy, temiz fıtrat ve selim akıl” olmak üzere ahlakın üç temeli olduğunu belirtir. “Vahiy Allah’tan gelir; fıtrat Allah’ın eşyayı ve canlıyı, bu arada elbette insanı üzerinde yarattığı ahenk ve normlar düzeni; akıl da doğru ile yanlışın, iyi ile kötülüğün arasını ayırmaya matuf ilahi bağıştır. Şu hâlde vahiy gibi fıtrat ve akıl da ilahi menşe’lidir, yani Allah’tandırlar.”2

      Din yokken ahlak ve ahlaklı insan vardı. Habil ile Kabil arasında yaşanan olayın esası da din

Скачать книгу


<p>2</p>

Haksöz Dergisi, Temmuz – 2021, Sayı: 364.