İslamsız Müslümanlık. Abdülbaki Erdoğmuş

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İslamsız Müslümanlık - Abdülbaki Erdoğmuş страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İslamsız Müslümanlık - Abdülbaki Erdoğmuş

Скачать книгу

dolayısıyla medeni yaşamdan ve bilgi toplumundan uzaklaşarak fırkalara, gruplara, hiziplere bölünerek ayrıştık. İktidar uğruna birbirleriyle savaşacak kadar düşman kamplara bölündük. Geriye ne Asr-ı saadet ne de medeniyet kaldı.

      Akletmek, sorgulamak, eleştirmek, müzakere etmek, ilim ve hikmette yarışmak yerine biatçı, itaatçı, teslimiyetçi bir anlayışın tutsağı olduk. Allah, İslam, Peygamber ve medeniyet tasavvurumuz değişikliğe uğradı. Allah ile aramıza aracılar girdi ve İslamsız Müslümanlığa evrildik.

      İlk Müslümanların en büyük avantajı çok iyi bildikleri, yakından tanıdıkları ve kendisinden emin oldukları Allah Resul’ünün aralarında olması, ilahi mesajı doğrudan ondan almalarıydı. Vahyi ondan öğrenirken pratiğini de onda görüyorlardı ve onu örnek alarak yaşamaya gayret ediyorlardı. Bu boyutuyla bizden çok avantajlı oldukları açıktır.

      Bizim de ilk Müslümanlardan daha avantajlı sayılabildiğimiz durumlar vardır. Bunlardan en önemlisi; parça parça, bölüm bölüm, sure sure veya ayet ayet inen ve yirmi üç yılda tamamlanan Vahiy’in bir bütünü olarak Kur’an ile muhatap olmamızdır. Kur’an ile tamamlanmış ve İslam olarak tanımlanmış, bütün kâinatı kuşatan ilkelerle çağlar ötesine ufuk açan bir sistem dini ile tanıştırıldık.

      Peygamberi tanımak yönüyle de ilk Müslümanlardan daha avantajlı olduğumuz düşünülebilir. Onlar yakınında ve birlikte oldukları veya belli zaman dilimlerinde indirilen ayetlerle onu tanırken biz Hz. Peygamberi doğrudan Kur’an ile tanıma imkânına sahibiz.

      Vahyin indirildiği ve tamamlandığı yirmi üç yıllık süreç içerisinde yaşanan zorluklarla, tehdit ve baskılarla, ödenen ağır bedellerle muhatap olmadan ve hiçbir eziyete maruz kalmadan elimize alabileceğimiz bir Kur’an’ın olması büyük bir nimet ve büyük bir avantaj değil midir?

      Resul-ü Ekrem ve ashabının, inşasında ağır bedeller ödediği Kur’an emanetini tamamlanmış ve tanımlanmış olarak hiç yorulmadan, emek vermeden devraldık. Elimizde tamamlanmış ve tamamlanması da en büyük nimet olarak sayılmış Kur’an-ı Kerim vardır. “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; ve size din olarak (Allah’a) teslimiyeti (İslam’ı) uygun gördüm/seçtim ve razı/hoşnud oldum.” (Maide/5:3)

      Buradaki esas sorun yüklendiğimiz bu emaneti nasıl koruduğumuz, nasıl anladığımız ve nasıl yaşanır kıldığımızdır.

      İlk Müslümanlar bu emaneti ve onun nasıl yaşanır kılınacağını gösteren ve anlatan Hz. Muhammed’i canları, malları ve bütün varlıklarını feda etmek pahasına korudular. Tek başına bu durum dahi onları bizden daha faziletli kılmaya yeterlidir. Onlar, hatasız, kusursuz, dokunulmaz, sorgulanmaz veya cennetlik oldukları için değil, ağır yükümlülüklerini yerine getirdikleri için örnek bir toplum oldular ve saygıyı, itibarı fazlasıyla hak ettiler.

      Biz Müslümanların, onlar gibi fedakârlık yapmak ve ağır bedeller ödemek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Onlar gibi bir sorumluluk yüklenmemize de gerek yoktur çünkü onlar, Resulullah’ı ve parça parça inen vahyi korumakla yükümlüydüler ve bunun için canlarını, ailelerini, mallarını ve sahip oldukları her şeyi feda etmek zorundaydılar.

      Bizlere, Kur’an tamamlanmış olarak intikal etti ve artık Allah’ın korumasındadır, biz olmasak da Kur’an korunacaktır.

      Allah’ın Resulü de aramızdan ayrıldığına göre onu korumak, onun hayatı için canımızı, ailemizi, malımızı feda etmek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Bizim yükümlülüğümüz Peygamber örnekliğinde ve sünnetine uygun olarak Kur’an’ı; tıpkı Ashab gibi aynı iman ve samimiyetle okuyarak, tefekkür, tezekkür ve tedebbür ile anlayarak ve yaşayarak hayat kitabı yapmaktır.

      Bir hidayet ve karanlığı aydınlatan bir ‘nur’ olarak, yol gösterici bir kitap olan Kur’an, hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş ve hep öyle kalmaya da devam edecektir. Kur’an’ın nuruna ihtiyaç duyan bizleriz.

      Cahiliye çağında insanlar, edindikleri sahte tanrılar, kutsadıkları nesneler, ilim, irfan ve hikmetten yoksun bir yaşam sürdürürken Kur’an’la tanıştılar. Kur’an ilk vahiy değildi, Hz. Muhammed de ilk peygamber değildi. Tevrat, İncil, Zebur gibi kitap ve sahifeler biliniyor, İbrahim, Musa, İsa, Davud gibi peygamberler de tanınıyordu.

      Ancak kitaplar tahrif olmuş, sahifeler kaybolmuş, peygamberlerin yerini de kâhinler ve din adamları almıştı. Akıl ve bilgiden yoksun ve yoksul bir toplum ortaya çıkmıştı. Tahrif edilmiş ve uydurulmuş bir din ve putperestlik dahil çeşitli inançlarla hakikatlerin üzeri örtülmüş, yöneticiler, liderler ve din adamlarının ittifakı ile toplum sömürülüyordu.

      Karanlık bir çağda ve böyle bir ortamda akıl, ilim ve hikmetle hakikatleri ortaya çıkarmak, öğrenmek, anlamak ve yaşanır kılmak için Kur’an indirilmeye başlandı. Buradan da anlaşılacağı üzere; okumanın, bilginin, medeniyetin olmadığı yerde cehalet ve cahiliye vardır. İslam’da okumanın ve düşünmenin önemi şu ayetlerle vurgulanmaktadır:

      1. “Oku yaratan Rabb’in adına, 2. insanı bir yumurta hücresinden yaratan!

      3. Oku çünkü Rabb’in Sonsuz Kerem Sahibidir,

      4. (insana) kalemi kullanmayı öğretendir,

      5. insana bilmediğini belleten!” (Alak/96:1-5)

      İlk mesajın “Oku!” emriyle başlaması sıradan bir okuma emri değildir. Bu emrin “Kur’an okumak” anlamında olduğu görüşleri de eksik ve yetersizdir. Elbette emir, Kur’an okumayı ve anlamayı da içermektedir ancak henüz Kur’an indirilmemişken böyle bir emrin başka mesajlar içerdiği çok açıktır.

      Emri sadece “oku” anlamında yorumlamak da eksik ve yetersizdir. Aynı emrin, “düşün, tefekkür et, araştır, anla, anlat, ilet, okuma yap” gibi çok daha kapsamlı anlaşılması gerekir. Sonrasında gelen ayetler de bunu ifade eder. Öncelikle bir yaratıcıya ve onun yarattığı insanın yaratılışına dikkat çekilmektedir.

      Yaratıcının ismiyle, önce yaratıcıyı tanıyarak, onun en güzel biçimde yarattığı insanın yaratılışını düşünerek bir “okuma” yap. “Allah ile önce kendini tanı!” Kendi yaratılışını ve serüvenini bilmeden, öğrenmeden, üzerinde düşünmeden muazzam kâinat sistemini ve onun yaratıcısını bilmek mümkün müdür?

      İnsanın, kendi yaratılışının ve kendi hayatının anlamını kavramadan yaratıcısını hakkıyla bilmesi mümkün değildir. Yunus Emre “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır.” sözüyle okumanın önemini gözler önüne sermektedir.

      Hz. Muhammed’e isnat edilen bir sözde “kendini bilen Rabb’ini bilir” ifadesi hadis olmasa da ayetin anlamıyla uyumludur. “Kendini bil” söylemi Sokrates dâhil birçok filozofa da isnat edilmektedir.

      Ayrıca ilk ayeti “oku” ile başlayan Kur’an, ilmin kapısını göstermiş ve inananlara bu kapıdan içeri girmelerini emretmiştir. Buna göre her mümin, ilim kapısından içeri girerek Allah’ı, kendisini ve kâinatı bilmekle yükümlüdür.

      Bu bağlamda değerlendirildiğinde imansız bir İslam mümkün olmadığı gibi

Скачать книгу