Sultanlığın Sonu. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Sultanlığın Sonu - Омер Сейфеддин страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Sultanlığın Sonu - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı.

      Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki havan topu gibi patlayan bir seda ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti, bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf ‘secf’in cemidir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu seda ‘Sücufüzzırtaf’ diye evvela kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”

      Efruz Bey:

      “Oh, ne romantik menkıbe!” dedi.

      Prens Eternel Kâmuran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:

      “Pek bedii bir levha… Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey uyuyor, yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir seda, bütün bu sakin ufku dolduruyor: ‘Zırt…’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzusu olamaz.”

      Vakanın şiiriyeti, tabiiyeti hepsini teshir ediyordu. Zırtaf’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar, babadan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca, besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabii bir sedanın hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabii sesten ilahi bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı.

      Prens Azizüssücufüzzırtaf, ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.

      Nermin Bey: “Asaletmeaplar!” dedi, “Vakit geçti, artık dağılsak…”

      Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Circle’si” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta, garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar:

      “Yarın Perapalas’ta…” diyorlardı.

      Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi ta kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu.

      Prens Zırtaf: “Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim…” dedi.

      “Emredersiniz prens… Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf’la kapının sağındaki salona döndü.

      “Buyurunuz efendim?..”

      …

      Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:

      “Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.

      Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:

      “Ne zararı var efendim?”

      “Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”

      …

      Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazaret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:

      “Bin lira kadar bir şey!”

      Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi, lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Efruz Bey mazeretini saklamadı:

      “Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için Profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti… Üç ay sonra gelecek… Burada olsaydı, vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”

      Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

      “Şimdi yüz lira verseniz?”

      “Aksi şeytan!” dedi, “O da yok!”

      “Bir lira lütfetseniz?”

      Efruz Bey, birdenbire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazareti pek makbuldü:

      “Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa hepsini sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”

      “Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”

      Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avcuna koyarak:

      “İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi, “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”

      Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak; para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı, şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:

      “Küçük bey, küçük bey!” diye haykırdı, “Anneniz, ‘Beni görmeden gitmesin!’ dedi, “Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”

***

      Efruz Bey, Zırtaf’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet, hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah”, bir de “Muhammet” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.

      “Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin

Скачать книгу