Sultanlığın Sonu. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Sultanlığın Sonu - Омер Сейфеддин страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Sultanlığın Sonu - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      “Ne diyeyim a beyciğim?”

      “İsmimi söylemeye hacet yok. Yalnız unvanımı telaffuz edersin.”

      Hiçbir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara “Ne diyor?” der gibi baktı.

      “Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki…”

      Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:

      “Benim unvanım ne?”

      Sonra annesine döndü:

      “Söyle anne, benim unvanım ne?”

      Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

      “Benim unvanım: Prens… Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeye alışacaksınız. Hain vahşiler…”

      Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:

      “A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi taksan…” dedi.

      “Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan…”

      “Her neyse… Bari İslamca olsa.”

      “İslamcası han ama böyle söylerseniz insanı Acem zannederler.”

      Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmaya çalışan dadı:

      “Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size ‘prens bey’ deriz.”

      “ ‘Prens’ dedikten sonra ‘bey’ demeye hacet yoktur.”

      Efruz Bey, Despina’ya döndü:

      “Söyle beni nasıl çağıracaksın?”

      “ ‘Müsyü lö Prens’ diye.”

      “Yalnız o kadar mı?”

      “ ‘Müsyü lö Prens zenapları’ diye.”

      Efruz Bey çok memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı, ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina’nın maaşına bir lira daha zammolundu. Erkek misafir geldiği zaman Despina’dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.

      Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra bağıra yalan söylemesinden dolayı, ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra, yatak odasına çekildi. Yemek yemeye gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazfeder, “Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!” derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeye başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabii hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi, yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sedanın, bir tahaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyla biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilayeti defterdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir “sevk-i tabii” son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki… Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmet”lilerdi.

      “Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.

      “Ahmet” ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu.

      Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeye başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.

      Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı. Rüyasında Kastamonu’daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu, altın kanepe ve billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok marki, kont, lord, veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında, şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.

      Hele Prenses Zırtaf…

      Efruz Bey tabii asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın ta ortasına atıldı. Efruz Bey’in üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi. Silah, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top, mitralyöz, bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.

      “Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları…”

      Müsyü lö Prens zenapları derhâl yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiçbir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf’ın aşkıyla, ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina’nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.

      “Ah prenses, prenses…”

      “Vire duyazaklar simdi… Olazağız rezil!..”

      …

      …

      …

      Bu esnada sofadan geçen hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. “Ne oluyor?” diye, vurmadan, habersizce kapıyı itince, öyle müthiş bir çığlık kopardı ki herkes yukarı koşuştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kızoğlankız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren prens:

      “İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu.

      Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:

      “Dışarıda ne halt yersen ye… Burası bildiğin yer değil… Benim boynuzlarımı takmaya vaktim yok…”

      Despina’yı hemen kovdu.

      Ana oğul işi azıttılar. Kavga az kalsın dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakitki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye’nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas’ın önünde indi. Prens Eternel dö Kara Tanburin,

Скачать книгу