Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 3

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan

Скачать книгу

o kasırgalar âlemi arasından çekip kurtarmaya savaşan adam homurdandı:

      “Deli Abdullah Paşa sürgüne gitti!”4

      “Niçin?”

      Herif omuzlarını silkti, yürüdü ve kalabalık arasında kayboldu. Kara Süleyman karısının hayaliyle baş başa kalmıştı ve öksüz bırakılan sualine o hayalin cevap verdiğini duyuyordu:

      “Duman olup uçtu, duman olup uçtu!..”

      Fakat o hayal yalnız bunu söylemiyordu, boyuna anlatıyordu:

      “Sen de uçtun, bahçe de uçtu, ev de uçtu!..”

      Mutlak bir hakikat ifade eder gibi sert ve inandırıcı bir sesle sersemleşmiş idrakine fısıldanan bu sözler Kara Süleyman’ın ruhunu sağırlaştırıyor, kalbini felce sürüklüyor, gözlerini yavaş yavaş perdeliyordu. Sadrazamın azledilip sürgüne gönderilmesiyle doğruluğu tahakkuk etmeye başlayan düşün son kısımlarını da gerçekleşmiş zannederek evinin ve… eşinin elden çıktığını kuruntulayarak için için yıkılıyordu.

      Uzun ve pek uzun bir zaman sonra o iç yıkılışı durdu, gözlerindeki perde hafifledi, şuuru işlemeye başladı. Şimdi bir tesadüfün o düşe gerçeklik çeşnisi getirdiğini ve sadrazamın aradan kalkmasıyla düşün de hükmü kalmamış olacağını düşünüp kendini teselli etmeye savaşıyordu. Bununla beraber hakiki tesliyeti karısının gülen gözlerinde bulmak istedi. Tebdiller koğuşundaki eşyasını tesadüflere emanet ve daha doğrusu feda ederek Babıali’den ayrıldı.

      Bir serap kovalayan çöl avareleri durumundaydı. Beyninde bir susayış, bir kavruluş duyarak ve uzak bir serap hâlinde benliğini çeken karısının billur endamını hedef tutarak şuursuz adımlarla koşuyordu. Sokağı görmüyordu, evleri fark etmiyordu, insanların geçişini sezmiyordu. Hummaya tutulmuş bir dimağın yangınını taşıyarak göz bebeklerinde beliren seraba doğru uçuyordu. Dizlerinin sızısı da sanki dinmişti. Beynindeki ateş o sızıya merhem olmuşa benziyordu.

      Bu hâlle bahçe kapısına geldi ve burnuna deniz kokusu çarpınca yüreği ferahladı. Kovaladığı serap işte bu geniş suyun ortasındaydı; kendisi kuru, kupkuru bir kum deryasını aşar gibi denizi -yana yana-geçerek o seraba, hakiki suya kavuşacaktı. Bu düşünce ile adımlarını biraz daha genişletti, kayıkların bulunduğu yere doğru kıvrıldı.

      Artık şuuru aydınlanıyordu, eşyayı ve eşhası seçebiliyordu. Serap, o muattar ve ilahi hedef gene göz bebeklerinde nazlı nazlı açılıp kapanmakla beraber biraz evvelki idrak durgunluğu ve körlük silinmişti. Düşünüyor, görüyor ve adımlarının nereye gittiğini biliyordu. İşte bu sırada kulağına genç bir ses çarptı:

      “Uğurlar ola Süleyman Ağa. Ne bu dalgınlık?”

      Mukaddes serabı kaybetmeden durdu, gözlerinin nurunu ve şuurunu o serabın şeffaflığı arasından geçirerek önüne dikilen adama baktı. Bu, on yedi on sekiz yaşlarında bir delikanlı olup genç irisi denilen soydandı. Ziyası bol, suyu bol topraklarda yetişen fidanlar gibi tabiatın çizdiği çerçeveyi ve zaman mefhumuna bağlı nispetleri aşarak yaşına sığmayan bir olgunluk elde etmişti. Boyu, omuzları, boynu kemale ermiş bir erkek kuvveti teressüm ettiriyor, fakat yüzünde masum bir gençliğin tatlı saffeti gülümsüyordu. Onda yazılmadan ciltlenmiş bir kitap hâli vardı. Kabına aldananların, kalın bir hacim taşıyan sahifelerini açınca beyaz bir boşluk görüp şaşmaları muhakkaktı.

      Kara Süleyman, hummalı dimağına şifa verecek, ruhundaki susuzluğu giderecek seraba bir ayak evvel kavuşmak ihtiyacıyla için için kıvranmasına rağmen duralamaktan geri kalmadı:

      “Sen misin Hüseyin?” dedi. “Ne işin var burada?”

      “Dolaşıyorum, hava alıyorum.”

      “Gene Gülhane’de misin?”

      “Evet, oradayım.”

      “Rahatsın, değil mi?”

      “Rahatlığım yerinde amma gönül şen değil!”

      “Neden?”

      “Boyuna çapa sallıyorum, toprak belliyorum. Neredeyse ellerim nasırdan çorapsız ırgat tabanına dönecek.”

      “Çalışmak iyi şeydir Hüseyin. Ya işsiz kalıp sürünsen niderdin?”

      “Beni anam, Arnavut beli, bostan beli, sakız beli sallamak için doğurmadı ağa. Boğazımda binbir çeşit rüzgâr dizili duruyor. Ben, dinleyecek kulak bulursam, onları üfürmek, boyuna şarkı ırlamak isterim. Kör talih, sesimi boğazımda mahpus tutuyor, beni bahçe belletmekte kullanıyor.”

      “Sesin o kadar güzel, öyle mi?”

      “Bana öyle geliyor. Gülhane’de dinleyenler de aşka gelip karşımda göbek atıyor. Gelgelelim ki öttüğüm yer uşak koğuşu, dinleyicilerim saksağan.”

      Kara Süleyman bir nebze dalgınlaştı, kaşlarını çatarak düşündü. Bu genç irisini iki yıl evvel Gülhane’ye yerleştiren kendisiydi. Onu kapı tokmaklarını çala çala iş ararken görmüş, gençliğine ve güzelliğine acıyarak bir dostuna tavsiye etmek suretiyle sürünmekten kurtarmıştı. Bu yüzden aralarında baba-oğul münasebetine yakın bir alaka vardı. Çocuğu böyle serpilip gelişmiş, bir aslan yavrusu hâlini almış görünce sevindiği gibi, onun şarkı ırlamak hevesiyle yanıp tutuşmasına da acımıştı.

      Kendisi -altmış yaşına vardığı, bir düzine kadar kadın alıp boşadığı hâlde- henüz babalık zevkine ermiş değildi. Şimdi bu zevke karşı daha acıklı bir tahassür duyuyordu. Hüseyin’e kalbinde yer vermek ihtiyacına kapılıyordu. Aynı zamanda onun sesini de merak ediyordu ve efendisiyle işini kaybetmekten doğma elemini güzel karısıyla paylaşmaktan ise o elemi şu gencin tatlı terennümleriyle avutmak istiyordu.

      Bu mülahazalar sonunda kararını verdi:

      “Zabitlerin darılmazsa bize gidelim, bu geceyi beraber geçirelim. Zaten canım da sıkıntılı. Sadrazam sürüldüğü için işsiz kaldım. Evde kötü kötü düşüneceğime seni dinlerim, sesin iyi ise şevke gelip derdimi unuturum.”

      Hüseyin, izinli olduğunu söylediğinden tereddüde yer kalmadı, genç ve ihtiyar yoldaşlar kol kola girdi, bir kayık tutuldu, konuşula konuşula Üsküdar’a ulaşıldı.

      Seher, kocasının bir misafirle geldiğini görünce mutfağa kapanmıştı, düşüne ait haberleri orada bekliyordu. Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi.

      “Tasalanma.” dedi. “Allah büyüktür. Bugün bir kapı kaparsa yarın bin kapı açar. Elverir ki, sen ve ben sağ olalım.”

      Güzel kadın, o devrin tevekkül felsefesine candan bağlı olduğu için bu gibi sözleri dinlemekten müstağni idi. O sebeple kocasının sözünü kesti:

      “Bir Köroğlu bir avradız, nasıl olsa geçiniriz. Köşemizde üç beş kuruşumuz da var. İlegüne yüzsuyu dökecek değiliz. Hiç üzülme,

Скачать книгу


<p>4</p>

“Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın rıza-yı hümayuna uymaz hareketleri yoksa da yangınlar o zaman İstanbul ahalisinin indinde sadrazamın beceriksizliğine alamet sayıldığından on yedi saat süren Tophane ve beş saat sürmüş olan Sultan Hamamı yangınları akabinde kendisi azil ve İzmit’e nefyolundu.” (Cevdet Paşa tarihi, c. 12, s. 71) (y.n.)