Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan

Скачать книгу

sonra yukarı çıktı, kocasıyla konuğun oturdukları odanın önüne geldi, kapıya üç fiske vurdu. Bu, kadın sesinin yabancılara duyurulmasına müsaade edilmeyen bir devirde o sese vekâlet eden işaretlerdendi. Fakat Seher o gülünç âdete uyarak sofranın hazır bulunduğunu hafif üç fiske ile kocasına haber verirken tabii olmaktan çok uzaktı. Parmaklarının kapıya değil, genç misafirin tenine temas ettiğini zannederek titriyordu ve o işaretten bir gönül selamı sezinseneceğini kuruntulayarak mahzuz bir sarsıntı geçiriyordu.

      Erkekler bahçeye inerken o, içine kapandığı odanın kapısını aralık bırakarak Hüseyin’i uzun uzun teşyi etti. Sonra kafesin arkasına oturup delikanlıyı -ferih ve fahur- temaşaya daldı. Sofrayı böyle bir seyre müsait olacak yere kurduğu için dilediği kadar ve doya doya genç konuğu tetkik edebiliyordu.

      Onlar neşeli bir iştiha içinde çorbalarını içerken, genç ömrünü sızılı bir çift bacağa bakıcı yapmak felaketiyle iki üç yıldan beri inleyip duran kadın, karmakarışık düşünceler geçirip duruyordu. Güzelliklere alışıldığı gibi, çirkinliklerle de ülfet husule gelir. Seher, bu tabiat kaidesi dışında kalmış değildi. İlk izdivaç günlerinde tiksine tiksine yanına yaklaştığı geçkin ve hasta kocasına yavaş yavaş alışmış bulunuyordu. Evvelce onun sızılarını avuçlarında dindirmeye uğraşırken parmaklarının, kalbinin ve gözlerinin sızladığını hissederdi. Gene evvelce onun yorgun gözlerine bakarken içine elem dolar ve ömründen parça parça bir şeyler döküldüğünü sanarak ağlamak ihtiyacını duyardı. Sonraları bunlar, bu demlenmeler geçmiş ve kocasıyla münasebeti tabiileşmişti.

      Fakat şimdi ilk günlerin tiksintileri, acıları -hem de toplu olarak-içinde şahlanıyordu. Hatta eşinin bacaklarındaki o dinmek bilmez sızıları da kendi parmaklarında -sabunla yıkanmaz, dağlanmakla çıkmaz bir kir gibi- kümelenmiş görüyordu.

      Bu hissî değişikliği yapan, kocasıyla konuğunun yan yana bulunuşuydu. Seher, kendine tasarruf eden erkekle, kendisinin tasarruf etmek istediği erkeği mukayese ettikçe fenalaşıyor ve ömrünün nasıl heder olduğunu bütün fecaatiyle kavrayarak için için ağlıyordu.

      Onu, en ziyade üzen ümitsizlikti. Düşünde görüp de ruhi bir ızdırapla kalbine geçirdiği erkeğin yerini şimdi şu delikanlıya vermişti. Lakin ona ne kucağında ne dudağında bir yer veremeyeceğini biliyordu. Biraz sonra genç adam, talihsiz bir kadın kalbinde nasıl bir yangın tutuşturduğunu sezmeden, hatta böyle bir kadın bulunduğunu anlamadan ayrılıp gidecekti ve o yanık kalp, gene beriki hasta adamın sızılı bacaklarına takılı kalacaktı.

      Seher bir yandan Hüseyin’in olgun güzelliğinden aldığı hazzı iliklerine nakşederken, öbür yandan da bu düşünceyle elemleniyordu, bahtına lanet okumak zorunda kalıyordu.

      Düşüncesi garipti: Saçları dökük, göğüs düğmeleri çözük bir vaziyette aşağı inmeyi tasarlıyordu. Böyle bir durumda Gülhaneli Hüseyin’e görünür görünmez vukuya gelecek şaşkınlıkları düşündükçe iradesi sarsılıyor, yerinde duramaz oluyor ve saçlarını çözmeye, göğsünü açmaya hazırlanıyordu.

      Kendi güzelliğine güveni vardı. Hüseyin’i, bir lahzada teshir edeceğine şüphe etmiyordu. Fakat kocasının böyle bir hareketi insafsızca cezalandıracağını da biliyordu. Onun için beyninde kımıldanıp duran çılgınlığı yendi, mahzun mahzun içini çekti ve gene temaşasına daldı. En nefis bir gülü, yalnız uzaktan görüp koklayamamaktan burnu sızlıyor, her şeyi vadeden şu gençlik pınarına dudağını uzatamamaktan yüreği yanıyor ve gözleri sık sık yaşlanıyordu.

      İşte bu sırada kocasının gülerek bir şeyler söylediğini ve yerinden kalkıp eve doğru geldiğini gördü. Acaba gitmek üzere bulunan misafiri kıyıya kadar götüreceğini söylemeye mi geliyordu, yoksa kendisine bir emir mi verecekti?.. Muzdarip bir merakla hemen minderden fırladı, merdivene koştu, kocası da mutfağı dolaşıp merdivenin dibine gelmişti, sesleniyordu:

      “Hu, Seher!.. Bizim bel nerede?”

      Kadın şaşırarak sordu:

      “Ne beli kişi?”

      “Canım, bahçe için yeni aldığım bel!”

      “Nideceksin onu?”

      “Bizim Gülhanelinin adamlığı tuttu, bahçeyi belleyeyim diye tutturdu.”

      “Konuğa zahmet verilir mi ağa? Bırak yakasını çocuğun!”

      “Ne dedimse dinlemedi. Bahçenin bakımsız olduğunu söyledi, illa belleyeceğim diye ayak diredi. Ant da verdiği için peki dedim, varsın biraz yorulsun. Sonra da tatlı tatlı ırlayıp dinlensin.”

      Seher’in gözlerinde, bir gece evvel görmüş olduğu düşün son safhaları dolaşıyor ve boğazına dizi dizi düğümler sıralanıyordu. Acaba bu güzel konuk, düşte gördüğü gibi, yerden bir şeyler çıkaracak, sonunda kendisiyle baş başa kalacak mıydı?

      Kocasına belin bulunduğu yeri -boğuklaşan bir sesle- söylerken, zihninde bu düşünce vardı, eli ayağı titriyordu. Aynı zamanda kocasının tabii davranışına ve duyduğu düşü unutmuş görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Sadrazamın sürgüne gitmesiyle bir yanı doğru çıkan o düş nasıl unutulur ve bahçe bellemeye kayıtsız kayıtsız nasıl girişilirdi?..

      Seher, cinsî ve dalaletli ihtiraslarına da sükûn getiren yepyeni bir merak içinde tarassut8 noktasına döndüğü vakit, güzel delikanlının saltasını atarak, kollarını sıvayarak bele yapıştığını, edalı bir tutumla toprağı kazmaya giriştiğini gördü.

      Hüseyin’in kolu kalkıp indikçe Seher’in de yüreği kalkıp iniyor ve sıvalı kollarda uzanan beyaz kudretten, yarı açık göğüste gülümseyen şen gençlikten gözlerine garip bir kamaşma geliyordu. Fakat sinirleri değil, şuuru hareketteydi. Boyuna, gördüğü rüyayı düşünüyordu.

      Hüseyin aşkla, şevkle çalışıyordu. Genç ruhunda kaynayan müphem ihtirasları birer ter tanesine kalbedip damla damla toprağa gömmek ister gibi davranarak bahçenin kabza kabza altını üstüne getiriyordu. Gülhane’de eline eza veren bel, şimdi parmaklarına bir altın asa tadı vermişe benziyordu. Çünkü orada ırgattı. Emir altında çalışıyordu. Burada keçeye kılıç çalan bir yeniçeri neferi durumundaydı. Pazısını hoşnut etmek, içini serinletmek düşüncesiyle bel sallıyordu.

      Kara Süleyman, çubuğundan ciğerine geçirdiği dumanları öksürüklerinin yarattığı salyalara sararak buram buram savururken ve Seher, sarsak bir kucakta nazlı bir bebek olmaktansa genç bir pençede bel olup topraklara girip çıkmanın bir kadına daha tatlı geleceğini hesaplayarak sarhoşlarken Hüseyin hayli iş görmüştü, bahçenin genişçe bir kısmını nadas edilmiş tarla biçimine sokmuştu. Güçlü kuvvetli üç işçinin belki üç saatte başaramayacağı bir işi, bir saat içinde yapmasını Kara Süleyman Ağa takdire layık gördüğünden öksüre tıksıra duygusunu açığa vurdu:

      “Yaşa be Hüseyin!” dedi. “Beli tırpan gibi kullanıyorsun, kuru toprağa duman attırıyorsun. Fakat yoruldun. Beli artık bırak, saltanı sırtına al, bir çubuk tüttür.”

      Genç adam, sadece gülümsedi ve belin dilini gene toprağa daldırdı. Hayret!.. Onun kudretli pençesinin zoruyla

Скачать книгу


<p>8</p>

Tarassut: Gözleme, gözetleme. (e.n.)