Eski Mektuplar. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eski Mektuplar - Ахмет Мидхат страница 10

Жанр:
Серия:
Издательство:
Eski Mektuplar - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

birinin delaletiyle eşyaları yukarıya naklolundu. Müteakiben taksitler yatırıldı. Kenan için yapacak başka bir şey kalmamıştı. Herkes gibi o da sınıflardan birine girdi. Zaten daha derslere başlanmamış, talebelerin büyük bir kısmı memleketlerinde bulunmuş olduğundan sınıflar karmakarışık idi.

      Yemek zamanı geldi. Çalınan tambur üzerine mevcut talebenin hepsi uzun koridorda ikişer ikişer dizildiler. Edilen ufak bir el işaretini müteakip yemekhaneye girdiler. Çatal bıçak gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu. Yemek ancak beş dakika kadar sürdü. Yemek masasının başında bekleyen görevlinin yalnız bir defa eliyle işaret vermesiyle eski talebelerin cümlesi yerinden fırladı. Yeniler ise zavallılar birbirlerinin yüzlerine bakakaldılar. Çünkü henüz yeni yemeğe başlamışlardı. Görevlinin:

      “Efendiler posta gidiyor, sonra ceza alırsınız.” demesi üzerine cümlesi aceleyle kalkıp postaya yöneldiler.

      Kenan bu yemekten bir şey anlayamamıştı. Çünkü henüz ikinci lokması ağzında iken yemekten mecburen kalkmıştı. Bu aceleye sebep ne oluyordu, anlayamadı. Efendilerden birine sual etti, şu cevabı aldı:

      “Bu mektepte âdet böyledir. Görevli eliyle işaret verdi mi iki elin kanda olsa bile yemekten kalkacaksın. Dolayısıyla karnınızı doyurmak isterseniz mümkün olduğu kadar acele yemek yiyiniz.”

      Bu cevap Kenan’ın hiç hoşuna gitmedi. Çünkü acele yemek en hoşlanmadığı şeydi. Fakat ne yapabilirdi? Çarnaçar alışacaktı.

      Uyku zamanı geldi. Yatsı namazı eda edildikten sonra talebeler belli bir tertibe göre dizildiler. Ancak bu defa yatakhaneye giden merdiven dibinde dizildiler. Görevli ile birlikte yukarı çıktılar. Etrafta derin bir sükût hüküm sürüyordu. Herkes karyolası yanında gecelik elbisesini giymekle meşgul oluyordu. Kenan gürültü etmeksizin çantasını açtı. Biraz sonra herkes uyumuştu.

      Sabah fecrin girmesinden bir saat evvel tambur çalındı. Bu efendilerin kalkmalarına alamet demekti. Zaten görevlilerin bir çeyrek evvel gece nöbetçileri tarafından uyandırılması kaide hükmünde olduğundan, tambur çalındığı zaman o koğuşa mahsus olan görevli kalkmış, koğuş içinde gezinmeye başlamıştı.

      Kenan bir gün evvelki yorgunluk ve telaşın tesiriyle daldığı tatlı sabah uykusu içinde ne tambur sedasını, ne efendilerin abdest almak üzere dışarı çıkıp girmelerinden oluşan gürültüyü işitmişti. Yanında bulunanlar kendisini uyandırmaya cesaret edemiyorlardı. Nihayet görevli geldi. Karyolasını öyle şiddetle salladı ki zavallı çocuk şaşkın şaşkın uyandı. Bu muamele o kadar canını sıktı ki mümkün olsaydı herifin boğazına sarılacaktı.

      “Efendi neredeyiz? Arkadaşların hazırlandı, aşağı iniyorlar…”

      Bu sözü işitince hemen yatağından fırladı. Abdest almaya koştu.

      Fakat dönüşünde koğuşu bomboş buldu. Fena hâlde canı sıkıldı.

      Korku ve tereddüt ile aşağı indi.

      Perşembe günü öğle yemeğinde çatal bıçak gürültüsü arasında Kenan aldığı ders gereğince acele acele yemek yerken, baş görevlinin okuduğu ceza cetveli içinde kendi numarası da zikredilmişti.

      Kenan yavaş yavaş mektepte uygulanan usul ve nizam ile ülfet, ünsiyet kesbetmeye başlamıştı. Şimdi ceza yerine aferin alıverdi. Günden güne muallimlerinin, görevlilerinin hüsnü teveccühlerine muvaffak oluyordu.

      O zamana, yani mektebe dâhil olduğu tarihe kadar Kenan daima hayali şeyler ile uğraşmayı pek severdi. Mesela, bir roman okusa aklıselim ile asla uyuşmayan harikulade bir vaka görse hayallerini o derece ileri bir seviyeye ulaştırırdı ki, fikrince o vakaya uygun bir mekân bulur, kendisini vakanın kahramanı sayardı. Hele heyecana pek ziyade müsait olan ve aşk hissini uyandıracak küçük bir işaret elde ederse hemen derin düşüncelere dalardı. Onunla, boş zamanlarını geçirmek ve Meliha’yı düşünmek için bir haftalık düşünme sermayesi çıkarırdı.

      Fakat şimdi öyle değil, Meliha nerede? Uzak, ondan pek uzak… Roman var; zemin var. Lakin zaman yok. Artık o şevkler, o can atmalar, o cezbedici hayaller, o emellerini süsleyen hatıralar sönüyordu. Ebediyen sönüyordu. Onların yerini daha ciddi şeyler alıyordu. Nazariyat oradan kayboluyor. Fen, tecrübe, hakikat baş gösteriyor. Önceki dönemlerde bunlarla meşgul olmak, bunlarla uyuşmak çok zordu. Zaman geçtikçe fikirde hayale olan meyil kalmıyor. Tabiat, ciddi şeylerle, gerçek şeylerle meşgul olmayı zorluyor. Bunlar arasında riyaziyat, yani matematik ilmi, o sonsuz rakamlar, o bir sürü harfler, o her şeye şüphe ile bakan felsefi ilimler revaç kazanıyor. O derecede ki Meliha’yı tasavvur uyku zamanlarına, rüyalara mahsus kalıyor. Oh! İlim ve irfana talip olan bir genç için bu şekilde değişmek, bu şekilde davranmak, bu şekilde yeni bir hayatı benimsemek ne büyük bir muvaffakiyet, ne büyük bir meziyettir!

      Kenan artık tesellisini bulmuş, aradığına muvaffak olmuştu. Riyaziyat gibi dakik ve mühim meseleleri kapsayan bir ilimle meşgul oldukça ufku açılıyordu. Ayrıca bu şekilde bir hakikatin künhüne, esasına vâkıf olmak için nasıl düşünmek, hayallerini ne suretle yürütmek lazım geleceğini keşif ve idrake başlıyordu. İnsan o hakikatlere vakıf oldukça hem sevinir, hem de titrerdi. Sevinirdi, çünkü hakikatlere bizzat şahit oldukça debdebesi, ihtişamıyla âdeta onun cazibesine vuruluyordu. Titrerdi, zira takip eylediği hayat yolunun sonunda ne kadar müthiş uçurumlar, tehlikeli girdaplar, maverasında ne derece feci, acımasız vakalar mevcut olduğunu hissediyordu. Hülasa günden güne tekemmül eyliyordu.

      Artık Kenan için hevese dair meyiller mahvolmuştu. Kalbinde iki şey, iki hakikat ön plana çıkıyordu. Biri, kalbinde hayata dair emareler baki kaldıkça orada zevalden masun olan Meliha’nın hakiki muhabbeti; diğeri de yine orada, o kalbin derinliklerinde oluşan ilme, irfana dair olgunlaşmalar ve bunun sonunda da her konuya sadece hayal olarak değil hakikat olarak vakıf olmaktı.

      Geceleri, meşguliyetlerin çokluğundan istirahata muhtaç olan başını şöylece bir yastığa koyduğu, gözlerini dinlendirmek için kapadığı zaman Meliha olanca varlığı, şaşaası ve azametiyle nazarında âdeta canlanırdı. O melek, o gül goncası sevgili gelir “uyku perisi” gibi o güzel kokulu saçlarını çocuğun yüzüne temas ettirir, sonra yavaş yavaş bin cilve ve eda ile çekilir giderdi. Kenan da tatlı bir uykuya dalardı.

      Çocuğun bu hâlini, çalışmalarını, ciddiyet-i ahlâkını gören muallimler, görevliler kendisini yalnız mükâfat ile değil lisan ile dahi takdire, beğeniye başladılar. Öyle bir derecede ki, muallimleri bir defa anlatmakla zor olan derslerin tekrarını, müzakeresini ona havale ederler, görevliler ise sınıfta çıkan bir gürültünün hakiki sebebini doğrulatmak için Kenan’ın reyine müracaat ederlerdi.

      Ah, iki üç ay kadar devam edebilen bu muvaffakiyet pek çabuk zevale yüz tutmuş ve sönmüş gitmişti. Kenan bu verimli geçen hayat ve saadet içinde ne kadar müsterih, mesut ve ümitli idi. Hele ekser zamanlar memleketinden aldığı mektuplar onu o kadar sevindirdi ki, vicdani olan bu duygunun tasviri mümkün olamaz. O mektupların içinde bazen istikbalin parlaklığına o zamandan itibaren sürülecek ömrün lezzetine dair o kadar samimi ve ibretli sözler okurdu ki onların her birini birer yadigâr-ı muhabbet olarak kalbinde hıfzederdi.

      O günü hayatının en saadetli bir devresi addederdi. Geçici bir müddetle okuduğu o tatlı sözlerle zihnini meşgul ederek tatlı düşüncelere dalardı. Oh! O düşünceler

Скачать книгу