Gönüllü. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gönüllü - Ахмет Мидхат страница 2

Жанр:
Серия:
Издательство:
Gönüllü - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

yanına mal sahiplerinin sayfiye ikametgâhları olmak üzere yapılan yüksek binalara “kule” derler. Hâlbuki şimdiki gözlem ve bilgimize nazaran bunlara “blockhause”1 denilse daha münasip olurdu. Zira bunlar, Orta Çağ’da Avrupa derebeylerinin ikametgâhları ve savaş anlarında içinde gizlenmek için inşa ettirdikleri “şato”lar kadar sağlam değil iseler de bizim Erenköy, Kozyatağı gibi yerlerde yaptırılan yazlıklar kadar da müdafaasız değildirler. Taş nadir bulunan yerlerde bile hiç olmaz ise tuğladan olsun alt kat mutlaka kâgir olarak yapılır. Gerektiğinde tüfek atmak için dört tarafına mazgallar yapılır. Bu alt kat çoğunlukla kıymetli atlar için ahır ve gerek atların ve gerek insanların yeme içmeleri için birer ambar depoları da sayılırlar. Dar ve dik bir merdivenden yukarıya birinci kata çıkıldığı zaman, orada iki, nihayet üç oda ile bir “yazlık”, yani penceresiz ve her tarafı açık bir yer daha görülür. Gerek yazlığın açık bulunan tarafları ve gerek odaların pencereleri gerektiğinde müdafaa hâline konulmak için üç dört santimetre kalınlığında sert meşe ağaçlarından mamul kanatlar ile korunmuşlardır ki bu kanatların ortasında da mazgal hizmetini görmek için birer yarık vardır. Bazı kulelerin bundan başka bir de üçüncü katı vardır. Bunların damları kiremit ile korunur. Bunların bazılarında dam üzerinde de tahta kapı gibi bir açık yer bulunur ki tehlikeli zamanlarda etraftan gelmesi ihtimalli olan düşmanı gözlemek için bir hizmeti ifa eder.

      İşte Rumeli’de “kule” denilen yazlıklar böyledir. Burada bizim tasvir ve tavsif etmekte bulunduğumuz kule ise böyle üç katlı bir kule olmakla beraber tümüyle kâgir olarak yapılmıştır.

      Vadimizin bir tarafında hafif bir yamaç üzerinde bulunan bu kule ile yanı başındaki değirmenden başka iki ambar, bir ahır, biri koyun yeri, üç dört yanaşma odası gibi şeylerle orası bir köy değil ise de çiftlik hâlini andırmaktadır. Fakat köy değildir, zira asıl köy, vadinin yine bu kısmında, fakat değirmen ve kuleye iki bin metre kadar uzakta ve yine dere kenarında kırk beş, elli haneli bir köydür ki bunun yarısı kadarı Rum ve on hane kadarı Bulgar ve o miktarı “Koçovalak” denilen Ulah milletindendir. Beş altı hanesi de Podarlık yani koruyuculuk ve bekçilik için gelip oraya yerleşmiş kalmış olan Arnavutların meskenidir. Bizim kule ve değirmenin bulunduğu bir çiftlik de değildir. Zira vadinin ziraatı tümüyle köylülerin elindedir. Burası ise vadi ahalisi nezdinde yalnız “kule” ismiyle bilinir. “Kimin kulesi?” sualine de “Bego’nun kulesi.” cevabını verirler ki siz olsanız bu cevaptan da hiçbir şey anlayamazsınız değil mi?

      Efendim Rumeli’de Türklük, Arnavutluk, Boşnaklık, Bulgarlık, Rumluk, Ulahlık, Çingenelik hatta Yahudilik bile ahlakça ve âdetçe birbirine garip bir surette karıştırılmıştır. Bu durum acayip bir harita meydana getirmiş olduğu gibi bu karışım lisanca da vukuya gelmiştir. Zikredilen lisanlardan herhangi birisine ait bir kelime küçük büyük bir değişiklikle diğerlerinde de kullanılır. Hele Türkçe kelimelerin bu yoldaki bir değişimden sonra zikredilen lisanların umumuna birden mal edildiği ise çokça görülür. Mesela İstanbullu olmanız sıfatıyla size “bizim kırçu” yahut “dorçu” deseler bir şey anlayamazsınız. Değil mi? Hâlbuki bunlar at cinslerinden olarak bizim “kır” ve “doru” dediğimiz kelimelere birer “çu” ilavesiyle yapılmışlardır. Umum ahali nezdinde manaları “kır at” ve “doru at” demektir. Bilemeyiz ki bu “çu” kelimesi bir lisanda “at” manasında mıdır? Fakat her hâlde al, kır ve doru gibi at cinslerinden birine ilave olunduğu zaman o renk ile beraber at cinsi manasın da ilave eder. İşte bunun gibi “bego” da Türk lakaplarından “bey” kelimesinin değişmiş hâlidir. Oralarda geniş arazi sahibi olan ve mahalli şivelerden bir şart ile zikredilen, araziyi ektiren, biçtiren ve kendi hissesiyle beyler gibi… Hayır! Bu kelime de yine bunlar düşünülerek kullanılır. “Beyler gibi” değil “beyliğe layık” olacak bir suretteki bir refah içinde geçinen zevata “bego” denilmiştir. “Ahmet Bey, Mehmet Bey” denildiği zaman “bey” kelimesini bozmazlar ise de isim anılmaksızın, yalnız “bego” deyince malum olan bey manası ifade edilmiş olur.

      Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin “zaim” ve “sipahi” denilen tımarlı süvari askerlerinin istihdam edildiği zamanlar, bunların “tımarlı” yani maaşları olarak öşür gelirleri kendilerine terk olunmuştu. Bu hâlde köyler, büyüklüklerine göre birer, ikişer, beşer, onar süvariyi öşür mahsulleri ile beslerlerdi. Bunların komutanları olan zatların maaşları da bu şekilde verilirdi. Bu hâl, Orta Çağ Avrupa’sının derebeylerinin maiyetinde bulunan savaşçıların hâllerine biraz benziyordu. Sonraları mevcut hükûmet, daha nizamlı askerler tesis ettiği için sipahi ve zeamet askerî nizamını kaldırdı. Fakat hiçbir zaman ayrılmadığı merhamet kaidesini bunlar hakkında da gösterdi. Zira bu askerler hayatta oldukları müddetçe maaşları nakit olarak verilmiştir. Köylerin öşür mahsulü ise hazine adına toplanmıştır. Hâlbuki Osmanlı buraları fethinden itibaren bu zeamet usulüne bağlı olan birçok bey, gayet geniş araziyi kendi üzerlerine tapulayarak bunları da “çiftlik” adıyla idareye başlamışlardır. Bazı yerlerde öküzü, tohumu ve araziyi, beyler belli oranda kendisine hisse verilmesi şartıyla çiftçilikle uğraşan adamlara vermiştir. Ziraatla uğraşan bu çiftçiler, bazen mahsulün yarısını, bazen onda birini bazen de altıda birisini bu beylere verirlerdi. Bu usul ile çiftçilik yapmak, yerlerine göre az çok değişiklikle birlikte, Rumeli’nin hemen her tarafında hâlâ geçerlidir.

      İşte tasvir etmekte bulunduğumuz vadideki kule, değirmen ve o civarda bulunan arazi ve ormanların sahibi olan bego da böyle bir begodur ki hanedanının ismi Kahramanoğlu ve asıl kendi ismi ise Mehmet Bey’dir.

      Şurada haber verelim ki bu vadi de Serfiçe kasabasına birkaç saat mesafede bulunan xxx karyesidir.

      Kahramanoğlu Mehmet Bey, emsali olan diğer arazi sahibi beyler gibi yazın, en büyük çayırları, tarlaları biçtirmek, harmanları dövdürmek, sütleri peynir yaptırmak, yağmur yağar ise nadas ettirmek, mevsiminde bağları bozdurmak gibi büyük ve mühim işler ile meşgul olurdu. Dolayısıyla kulesinde ikamet ile vakit geçirdikten sonra kasım ayında da Serfiçe’ye taşınırdı. Buralarda normalde kışın başlamış olması gerekiyor idiyse de geçen, yani Rumi takvime göre 1312 senesinin kışı hemen her tarafta hafif geçtiğinden ve ördek ve süzen avlarını ihmal etmek de kendisine uyamayacağından müsait havalarda, aralıkta bir yine kulesine gelir, bir iki gece zaman geçirirdi.

      Rumeli’de böyle bir bego için şu köy ve çiftlik ve kule âlemleri ne hoş şeylerdir. Hele beyler ahalinin sevdiği adamlar da olurlar ise var ya! Almanya’da, İngiltere’de filanda olur olmaz malikânenin baronu, lordu olmak da bunun yanında hiç kalır. Bego geliyor diye köylüler birbirine girerler. Kadınlar, kızlar mevsimine göre çiçekler ile begoyu karşılarlar. Yortu günlerinde bego tarafından temin edilen şaraplar, bu köylülerin neşelerine neşe katarak davul, zurna ile gayda ile gusla ile kaval vesaire düdükler ile bunların teptikleri horalardaki letafet, Avrupa’nın şık balolarında bile bulunamaz. Hele bazen en güzel şarkı söyleyen veyahut en hafif hora tepen kızları, kadınları, delikanlıları alkış makamında begonun adamları ve özellikle kendisi tarafından birkaç el silah da atılır ise, var ya artık köylüler o kadar cûş u hurûşa2 gelirler ki şevk ve neşenin bundan ilerisi tasavvur dahi olunamaz. Fakat bu âlemlerin eğlencesi, yalnız bundan da ibaret değildir. İşte bir türlüsünü de biz hikâye edeceğiz:

      Vadimizin iki tarafını çevreleyen tepelerin çalıları üzerlerine konmuş olan karlar ile mevsimlerin en güzeli olduklarını haber vermiştik. Rumi 1312 senesi aralık ayının sonları olan şu mevsim, o senenin Ramazan-ı Şerif’inin de yaklaşmış

Скачать книгу


<p>1</p>

Beton binalar ya da beton kuleler.

<p>2</p>

Kaynayıp taşma hâli. Neşe ve coşku. (e.n.)