Gönüllü. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gönüllü - Ахмет Мидхат страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Gönüllü - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

çıkarırlardı. Bazen böyle kurban takdim olunan yerlerde bir de gayptan haber veren hatif bulundurulurdu. O hatif tarafından kendilerine gelecekle ilgili haberler verilirdi. İşte Arnavutların kuzu yedikleri zaman kürek kemiklerine bakarak ondan manalar çıkarmaları da eski putperestlerin bu âdetlerini hatırlatıyordu. Yine bunların Büyük İskender ile bunca fetihlere mazhar olmuş bulunan Makedonya kavminin asıl devamı oldukları da tarihin en ziyade kabule şayan rivayetlerinden bulunduğundan, şu münasebetle zannediyoruz ki bu âdet kendilerine İslamiyet ile değil; Hristiyanlıktan bile evvelki hâlleri olan putperestlik zamanlarından kalma bir âdettir.

      Bu yoldaki tefeüle, Arnavutların pek büyük ehemmiyet verdiklerini söylememiştik. Bu ehemmiyetin derecesini de buna dair mevcut olan hikâyelerden çıkarıyoruz. Bu hikâyeler pek çoktur. Mesela falan vakit, falanca yerde bir kuzu yenilip falanca kimse o kuzu kemiğine bakarak valinin görevden alınacağını ve yerine ak sakallı bir adam geleceğini haber vermiş de üçüncü günü vali görevden alınarak iki hafta sonra da ak sakallı vali gelmiş. Kuzu yemek çoğunlukla bahar mevsimine denk geleceğinden o yaz yağmurlar yağacak mı, yağmayacak mı, mahsulat bereketli olacak mı, olmayacak mı, dolu vesaire semavi afetler vuku bulacak mı, bulmayacak mı, hangi tür mahsul daha iyi olup hangisi o kadar iyi olmayacağına kadar kemiklerden edilen tefeüllere Arnavutlar pek ziyade ehemmiyet verip inanırlar ve bunların birer birer vukusunu beklerlerdi.

      Bu konuda edilen hikâyelerin en latiflerinden birisi olmak üzere şunu da işittik ki:

      Haydutlardan bir çete, bir ormanda kuzu yiyorlarmış. Kuzunun kürek kemiği ortaya çıkarak haydutlardan birisi ona baktığında “Aman arkadaşlar, çabuk olunuz! Yarım saate kadar bölükbaşı buradadır.” demiş. Haydutlar hemen kuzuyu yiyip alelacele kalkmışlar, bir tarafa savuşmuşlar. Hakikaten yarım saat sonra bölükbaşı tüm askerleriyle oraya gelmiş. Ziyafetin kırıntıları içinde malum kürek kemiğini bulmuş. Bir küçümseme tavrıyla haydutları cahillik ve ahmaklıkla suçlayarak “Hay eşek herifler hay! Şu kemiğe bakarak benim buraya geleceğimi anlayıp bildiğiniz hâlde o kemiği meydana niçin bıraktınız? Benim gibi bu tefeülde mahir olan bir adamın eline bu kemik geçtiği hâlde artık sizin benden yakanızı kurtarabilmeniz mümkün olur mu? İşte kemikte görüyorum ki siz bu akşam falan ormanda, falanca kaynağın yanında geceyi geçireceksiniz. Sizi tam uyku hâlinde bastırıp kafalarınızı keseceğim.” demiş. Hakikaten o akşam, o ormana gidip o kaynak başında haydutları uyur bulmuş ve bastırıp tümünün kafalarını kesmiş.

      Şimdi siz bu hikâyeye gülersiniz, değil mi? Ben de gülerim. Hatta bu hikâyeyi ilk işittiğim zaman da gülmüştüm ama Arnavutların bu tefeül hakkındaki itikatları o kadar kuvvetlidir ki böyle bir habere inanmamak âdeta evliyadan bir adam hakkında rivayet olunan keramete inanmamak derecesinde meclis ehlini üzdüğünü görünce, kendimi toplayıp güya sonradan inanmışım gibi görünmeye mecbur oldum. Bu yoldaki fıkraların kendi sıhhatlerini arayıp hele bunları tenkit etmekte fayda yoktur. Bunlar ait oldukları ahalinin o olay hakkındaki itikat derecelerini göstermesi bakımından çok ehemmiyetlidirler. Bu ehemmiyeti takdir edebilmek de kâfidir.

      Bugün Kahramanoğlu Mehmet Bey kuzunun kürek kemiğini eline aldığı zaman evvel be evvel onu kendisi temizlemeye başlamıştı. Fakat bundan maksadı onu kime vermeye karar vermek için zaman kazanmak olduğu apaçık görülüyordu. Dişleriyle, diliyle, dudaklarıyla hem kemiği yalıyor hem de misafirleri birer birer gözden geçiriyordu. Nihayet ipince, upuzun, temiz sakallı, hâlâ sakalsız, avurdu avurduna geçmiş fakat gözleri parıl parıl parlayan bir Arnavut’a uzatıp:

      “Ömer Ağa! Bunun erbabı sensin.” diye Arnavut’un eline verdiği gibi diğer ahbaplara da:

      “Beyler! Ağalar! Böyle şeyde darılmak olmaz, değil mi? Ömer Neşo içimizdeyken hiçbirimiz bu kemiğe el süremeyiz!” dedi ki güya sunduğu şey hikmetli bir kitap ve Ömer Neşo da benzeri olmayan bir faziletli adam imiş de Bego’nun söylediği şu söz ise asla itirazı kabil değilmiş gibi misafirlerin tümü de önlerine bakarak hâlleriyle, tavırlarıyla tam bir teslimiyet gösterdiler.

      Evet! Ömer Neşo, asıl Debre ahalisinden bir Kiğa’dır ki bir taraftan Niş’e, diğer taraftan İşkodra’ya kadar cihanı gezmiş ve on seneden beri Serfiçe’de ikameti tercih ederek kürek kemiği falındaki maharetini de cihana teslim ettirmiştir. Böyle Niş’ten İşkodra’ya kadar olan gezmelerine nazaran Ömer Neşo’nun kendisini büyük ve dünya çapında bir seyyah saydığına gülüyor musunuz? Gerçi bu zamanda elli beş günde dünya seyahatini icra eden seyyahları görerek buna gülersiniz ama korkarız ki haklı çıkamazsınız. Ömer Neşo, İstanbul’a da birkaç defa gelip kış mevsimini bozacılık, salepçilik ile geçirmiş ise de bunu seyahatten saymıyordu. “Bir taraftan Niş’e diğer taraftan İşkodra’ya kadar cihanı gezdim.” dediği zaman bu memleketleri karış karış gezip bilmediği bir dağ, bir dere, bir köy, bir çiftlik olmadığını haber veriyor demekti.

      Sirkeci’den eksprese binerek üçüncü günü Paris’e giden bir adam, İstanbul’dan Paris’e kadar memleketleri gezmiş, görmüş sayılabilir mi? Jean Jacques Rousseau zamanında trenler yokken posta arabalarıyla edilen seyahatleri bile seyahatten saymıyordu. Her akşam bir köyde bir handa yalnız bir gececik geçirmek ile o gezilen yerlerin görülmüş olmayacağını iddia ediyordu. Hakkı da vardı. Yalnız hayvanla edilen seyahate sıcak bakıyordu ama yine de asıl seyahat için de ‘‘yürüyerek yapılanlar seyahattir” diyordu. İşte bizim Ömer Neşo, kendi kavlince “çarıklarına binerek gezmiş” bir adam olduğu için tam Jean Jacques Rousseau’nun kabul ve tasdik edeceği seyyahlardandı. Serfiçe’den mesela Kalkandelen’e giden bir adam kendisine veda edecek olursa uğrayacağı her menzilde birer ikişer ahbap ismi vererek:

      “A be şunlara benden selam götür. Kendileri ölmüşler ise de bir şöyle oğulları falan vardır ya! Selamı onlara da deyiverirsin.” der idi. Arnavutluk’ta gezginciliği bu yolda etmiş çok adam görmüşüzdür. Bunların sohbetlerine doyulamaz.

      Ömer Neşo, bu işe yegâne ehil olduğunu hem iddia hem tasdik edici bir tavırla kemiği eline aldı. Yaptığı fotoğraf klişesinin inceliğini, saffetini ayarlamak için karanlık oda içinde camı, mum ışığına karşı tutup bakan bir fotoğrafçıda da o derecesi görülemeyecek olan bir dikkat ile bakmaya başladı. Kemiği kâh gözlerine yaklaştırıp kâh uzaklaştırıyor, kâh elini gözleri üzerine tutup güneşten gözlerini korumaya çalışan bir adam vaziyetini alıyordu. Sofra halkı şu falcının ne diyeceğine dikkat kesilmişlerken bir de Ömer Neşo’nun yüzünde çirkin bir ekşitme görünce meraklarını daha da arttırmaya başladılar. Dünyanın falcısı henüz tek kelime dahi söylememişken kemikte gördüğü şeylerin hiç de hayırlı olmadıklarını anlamaya, hükmetmeye başladılar. Gerçi algılarının bu kısmı, doğru çıktı. Zira Ömer Neşo dedi ki:

      “Arkadaşlar, savaş var. Hem de ne savaş? Kemikte pek de fena görüyorum.”

      Sözün bu derecesi, misafirler üzerinde o kadar büyük bir tesir oluşturamadı. Zira o zamanlar Yunanlılar Girit’e asker dökerek kırk elli bin zorba adam ile birleşip köyleri basarak ve kadın, çocuk fark etmeyerek türlü türlü lanetli işlerin icrasına koyuldukları gibi kara hududu üzerinde de iki askerî kışla tayiniyle muntazam, muntazam olmayan gönüllü, gönülsüz birçok asker yığmaya başladıkları zamandı ki Hükûmet-i Seniyye-i Osmaniyye de ihtiyati bir tedbir olmak üzere Yanya ve Alasonya taraflarında gerekli hazırlıkları yapmıştı. Dolayısıyla böyle bir zamanda bir kuzunun kürek kemiğine bakmaya gerek kalmaksızın “savaş var” sözünü bir Ömer Neşo’nun da söyleyebilmesi yeni bir fal ve keşiften sayılmazdı. Fakat Ömer Neşo, tefeülün bu derecesinde

Скачать книгу