Gönüllü. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gönüllü - Ахмет Мидхат страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Gönüllü - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

vardır neler ki insan bütün kütüphaneleri yutmuş olsa da onların hâllerini yine bilip anlayamaz ve tümüyle üzüntüye düşer. En büyük filozoflardan birisi: ‘İlim öğrendikçe cehaletim arttı. İlimde ilerledikçe ne kadar cahil olduğumu anlamaktan başka bir netice çıkaramadım. İnsan iki cehalet arasında sahile vurup gidiyor. Bunun birisi doğduğu andaki cehaletidir ki bu yaratılıştan insana verilen bir şeydir ki buna vehbî ilim diyoruz. Diğeri tahsili esnasında ulaşacağı bir cehalettir ve bu da insanın kendi iradesiyle gerçekleşir ki buna da kesbî ilim diyoruz.’ sözlerini laf olsun diye söylememiş. Boşuna söylememiş. İşte bu kâbus gibi binlerce hâllerin hakikatinin anlaşılması şöyle dursun, tarif mahiyetinde bile ilmin aczini görmüş de onun için böyle söylemiş.”

      Recep Köso, sigaranın birini bitirdikten sonra birini daha yaktı. Tefekküri olan hayalini yine bir neticeye vardıramadı. Hatta bir üçüncü sigara daha yaktı. Nihayet şamdanındaki mum bitti. Onu söndürüp “Bakalım uyuyabilir miyim?” diye tekrar yatağına uzandı. Yatarken gece kandilin içindeki yağa bakıp miktarının sabaha kadar kifayet edebileceğini görünce ziyadesiyle sevindi. Öyle ya! Uyku hâlinde bile karanlığı sevmeyen ve karanlıkta uyuyamayan bir adam uyanık olduğu hâlde karanlığa nasıl tahammül edebilir? Bu anda gelip de zeytinyağının fiyatını Recep Köso’dan sormalıydı. Bir dirhemi bin altına olduğunu iddia etse bile mazur görülürdü.

      Gafletle geçmeyelim: Her şeyin kıymeti yerine göredir. Şeyh Sadi’nin hikâye ettiği gibi çölde aç kalarak helak derecesine gelmiş olan bir adam, içi dolu bir torba bulmuş. Arapların yol nevalesi olan kavrulmuş buğday zannıyla pek sevinmiş. Bir de açıp bakarak torbanın hâlis inci ile dolu olduğunu görünce bir kahırlanmış, bir üzülmüş ki! Öyle ya! Çölün orta yerinde cihana değer cevherleri ne yapsın? O kıymetli cevherler ancak kendi piyasasında değerlidir. Bir gün yaşayabilmek için bir avuç buğdaya muhtaç olan bir biçare nazarında onun kum kadar da kıymeti yoktur. İşte zeytinyağı için Recep Köso’ya böyle bir kıymet takdir ettirecek hâl de o kâbus gecesinin durumunu gösterir.

      Biçare adamcağız yatağında bir hayli müddet daha yuvarlandı. Hatta köylülerin “ikinci horoz” tabir ettikleri ikinci nöbette dahi horozlar ötme vazifelerini ifa ettiler. Hakikaten köylülük âleminde horoz sesi ne mühim şeydir? Kışta, kıyamette, karda, dumanda, gece karanlığında yolunu kaybeden bir yorgun yolcu için bir horoz sesi Hazreti Hızır’ın bir imdat sesi gibidir. Geceleri nöbet nöbet horoz ötmesi köylüler için saat yerine geçer. İlk horoz gecenin dörtte biri geçtikten sonra öter. Dörtten sonraki zaman da dörde bölünerek her birinde de nöbetle bir horoz öter. Dördüncü ötüşünde artık şafak sökmeye başladığından ortalık tamamıyla aydınlanıncaya kadar horozların ötmeleri rastgele birbirini takip eder. Hatta gece vakti horozun vakitsiz ötmesini de köylüler fark ederler. Hem de bozuk bir saatin vakitsiz çalması gibi! Bu vakitsiz ötüşü de dikkate alırlar. Bunu uğursuzluk olarak da sayarlar. Bunu türlü felaketleri haber veriyor diye endişelenip korkarlar. Hatta o horozu keserler bile. Bir de bu uğursuzluk onun çorbasını yemeye yine mâni olmaz. Şu batıl olan inanç ne kadar da boştur! Değil mi? Horoz ne bir belanın yaklaştığını ihbar için öter ne de sabahın gelişini. Onun ne için öttüğünü bir kendisi bilir, bir de Halik’i. Bir üçüncü daha bilen vardır ki o da ehl-i hâl olandır. Fakat onun bilgisi bir zandan ibarettir. Herhâlde vakitsiz horoz sesinden endişe duyanların zanları gibi tümüyle batıl bir zan değil! Doğru olması pek muhtemel olan bir zan. Zira bu hayvan sesleri anlamsız değildir. Boşuna da değildir. Olamaz da! En büyük ehl-i dikkat, pek kolaylıkla hissediyor ki kurt, kuş, insan, cin, arz ve sema o ezelî ve ebedî olan Haliklerini tespih etmektedirler.

      İkinci horozlar öttükten sonra Recep Köso, üçüncü horozları işitemedi. Yavaş yavaş beynine istirahat gelip özellikle değirmenin uğultusu da derinden derine bir ninni makamına kaim olduğu için uyuya kalmıştı. Kim bilir kaç saat uyuyabildikten sonra aşağıda peyda olan gürültüler, patırtılar o derin uykusu hâlinde de kulaklarına varmaya başladılar. Anladı ki arkadaşlar kalkmışlardır. Fakat bunu hiç de anlamak istemiyordu. Henüz uykusunu alamamış olduğu için gözlerini açamıyordu. Tekrar uykuya daldı. Gürültüler, patırtılar ile tekrar uyandı ise de yine kalkmamakta ısrar etti. Nihayet arkadaşlarının odasına çıkan merdivenin birkaç basamağından çıkarak yumruklarıyla kepenge vurmaya başladıkları ve Köso’nun:

      “Canım bırakınız beni. Ben bu gece uyuyamadım.” Yollu ricalarını da kabul etmedikleri gibi adamcağız çarnaçar kalktı. Saat üçü geçiyormuş. O gün kasabaya dönecekmiş. Fakat dönüşten evvel bir de sabah faslı icra edileceği için o sevgili arkadaşı da kaldırmışlar imiş.

      Bu geceki hâline nazaran bu sabah Recep Köso, sevildiğinin bu derecesinden hiç de memnun olmadı ise de adamcağızın hâlini öğrendik ya! Ahbabı kırmak istemez. Dolayısıyla hâlinden kimseye haber vermeyip ve hiçbir şikâyette bulunmayıp sabah faslına da sanki herkesten ziyade kendisi istiyormuş gibi büyük bir şevk ve iştiyak ile katılmış oldu. Öğleye kadar Çingeneler bir fasıl daha yaptılar. Köylüler hizmetlerine gitmiş oldukları gibi beyler, ağalar kendileri de bir nöbet sirto oyunu icra ettiler. O zamana kadar atları da hazırlanmış olduğundan sabah kahvaltısı ile kuşluk yemeğini birleştirip atlarına bindiler. Her zaman âdetleri olduğu üzere gülerek oynayarak ve bazen de at oynatıp silahlar atarak akşamüzeri Serfiçe’ye dâhil oldular.

      4

      RECEP KÖSO

      Recep Köso’yu bazı kere “Recep Efendi” diye tavsif edişimiz, bu zatın pek bayağı bir adam olmadığını göstermeye kâfi iken, belki de öylesine olan talim ve terbiyesine dair vermiş olduğumuz haberler böyle bir kuzunun kürek kemiğinden edilen tefeüllere canıgönülden inanacak kadar saf olan adamlara nispetle kendisinin ne kadar da bilinçli olduğunu anlamaya kâfidir. Fakat hikâyemizin en önemli şahsı ve hemen hemen yegâne kahramanı bu adam olduğu için kendisini okuyucularımıza tamamıyla tanıttırdıktan sonra romanımızın bundan on altı, on yedi sene evvel başlayan olaylarını da artık anlatma zamanı gelmiştir.

      Bu zatın lakabı olarak tekrarladığımız “Köso” kelimesi bizim Türkçe “köse” lafzından bozma ve düzme bir kelimedir. Fakat Recep Efendi’nin asıl lakabı “Köseoğlu” olduğu hâlde bu “Köso”ya dönüşmesi esnasında “oğul” manasının “sin” harfi de “sad” harfi gibi telaffuz edilmiştir. Bunun bu şekilde telaffuz edilmesi Arnavut lisanının mı, yoksa Rum lisanının mı gereği olduğunu bilmiyoruz. Hangi lisanın gereği olursa olsun bunun dil bilgisi kurallarını tam olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, Recep Köso kelimesini Türkçeye çevirince “Köseoğlu Recep” denmesi lüzumundan ibarettir. Hatta Serfiçe’nin lisanınca terbiyece gereği gibi ilerlemiş olan ahalisi, malum ismiyle, künyesiyle yâd edecekleri zaman hep böyle ifade ederler.

      Recep Köso, Serfiçe’nin yerlisi değildir. Berlin Antlaşması’nın Ayastefanos Antlaşması’nın güya şartlarını ortadan kaldırdığı esnada Yunanistan’ın, Devlet-i Aliyye ve Rusya Savaşı’nda güya rahat durmuş olduğuna bir mükâfat olmak üzere Yunan hükûmetine Teselya’yı hediye etmiş. Yunan idaresi ise idaresi altında bulunan yerlerde Müslüman ahalin göçü için bir kolaylık sağlamış. Buralardaki Müslüman ahali diğer Osmanlı vilayetlerine hicret ettikleri sırada Recep Köso dahi Serfiçe taraflarına hicret etmiştir. Berlin Antlaşması’nın Yunanistan’ı bu suretle mükâfatlandırmış olmasına o zamanlar şaşmadık kimse de kalmamıştı. Yunan hükûmeti, o zaman bile pek durmayıp da o büyük kargaşalık fırsatından yararlanabileceği istifadeyi arayacak olsaydı, belki yine de bir şey yapamayacağı malum iken bile, büyük devletlerin bize böyle bir haksız

Скачать книгу