İnsanlar Maymun muydu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanlar Maymun muydu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
İnsanlar Maymun muydu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

Felsefe ise, gözlere görünmeyecek kadar küçük bir tohuma, sonu gelmeyecek nesiller sığdıran büyük kuvveti aramakla uğraşıyor.”

      Enis Buharî Efendi’nin gırtlağı fıskiye üzerindeki yuvarlak gibi, aşağı yukarı oynuyordu. Besbelli ki, zavallı adam, içinden ya sabır çekip duruyordu. Sordu: “İlk âdemin topraktan yaratılmayıp da maymundan geldiğine mi inanıyorsunuz?”

      “Ben, bu ciheti eserimde uzun uzadıya anlattım. Dikkatli okumamışsınız. Siz, büyütmek istediğiniz Allah’ı, ona yaptırdığınız insan gibi hâllerle küçültüyorsunuz. Onu, çamurdan adam yapan kaba bir heykel yontucusu derecesine indiriyorsunuz. Şeytana bile sözünü geçiremiyor. Uşağına kızan bir patron gibi onu cennetten kovuyor. Aleyhillane, patrondan öç almak için dünya yüzünde isyan bayrağını açıyor, ortalığı birbirine katıyor, Cenabıhak bizzat kendinin bile başa çıkamadığı meluna yenilmiş olan insanları cehenneme atıyor. Hep bu sözler, dinleyenleri ayakta uyutacak masallardır. Vaiz Efendi hazretleri, sizin bana acıdığınızdan çok, ben size acıyarak bakarım. Hakikatte acınacak ben değilim, sizsiniz. Bu ehemmiyetli sözlere melek, şeytan, bir elde topraktan yapılma Âdem, Havva karıştırılamaz.”

      Enis Buharî Efendi merakla boynunu uzattı ve hâlâ sırtında bol yenli cüppesi varmış gibi, kollarını sallayarak: “Kitaba inanmayalım. Allah’ı tanımayalım. Ya bu âlem nasıl meydana geldi?”

      “Alem, daha doğrusu âlemler meydana gelmedi, hep bunların mayaları olan ‘eter’10 ezelden beri vardı. Bütün kâinatı içine almış görünen fezanın yokluğu farz olunabilir mi? Hiçbir Allah, hiçbir kuvvet bu sonsuz şeyi havası kaçmış çocuk oyuncağı bir balon gibi avucu içinde buruşturup da cebine koyamaz.”

      4

      Gittikçe kızışan sözün varacağı sonu biraz endişe ile bekleyen başyazar, misafirlerine birer kahve ısmarladı. O, ne büsbütün feylesofun ne de vaiz hocanın fikri tarafında idi. Onun için, dedi ki: “Sizi birbirinizden fikirce ayıran uçurumlar var. İzin verirseniz, ben de aranızda aracı bir hâl alayım.”

      Feylesof: “Buyurunuz efendim, konuştuklarımız akıllıca fikirler için açıktır. Akıllıca olmayanları bile reddetmek maksadıyla dinleriz.”

      Enis Buharî: “Beyefendi, buyurunuz. Yardımınız batıl değil, hak için olacaktır.”

      Başyazar: “İlimler, fenler çalışmalarında hiçbir yasak dinlemezler. Hakikate varmak için her engeli yıkarlar. Ancak dinler, milyarlarca insanın dünya ve ahiretçe salah ve selamet imanıyla dönmüş oldukları mukaddes birer mihrap sayıldıkları için onlardan koyu inkâr şeklinde hor görerek söz etmek de caiz görülemez.”

      Enis Buharî, iskemlesi üzerinde iki defa kalkıp oturarak: “Ağzınızı öpeyim beyefendi…”

      Feylesof, yüzünde gezinen gülümsemeyi genişleterek: “Bugünkü şekliyle dinin, ilim ve felsefe karşısında tutunabilmesine imkân yoktur. Her şey ilerlesin, değişsin, yalnız dinler on beş yirmi asır evvelki çocukluklarını koruyarak yine bütün âlemce muta11 olsunlar. Bunu akıl kabul etmez.”

      Başyazar: “Din itikatlerinde, rivayetlerinde matematik kesinlik aranmaz. Dinler, metafizik belirsizliklerle dolu birer maneviyat âlemidir. Herkes, evet herkes, onları ruhça uyanıklığının derecesine göre genişleterek kabul eder. Ne yapalım, insanlık en vahşilerinden en medenilerine kadar putsuz, Allah’sız, itikatsız yaşayamıyor. Boşluklardan korkuyor, tutunacak bir temel arıyor. Dindar büyük feylesoflar bulunduğunu inkâr edemezsiniz. Onun için felsefe, araştırmalarında engel tanımayarak hırçın görüşlerle ilerlesin, fakat dinle pek tepişmesin, onu kendi hâline bıraksın. Bugün, felsefe dine uyamıyorsa, emin olunuz, yarın din felsefeye uyacaktır.”

      Vaiz Enis Buharî’nin ağzı yarım karış açıldı. İnsanlık hayatında dine de felsefeye de ister istemez bir yer veren bu sözleri büyük bir alaka ile dinliyor, biraz kendi cehlini anlar gibi oluyordu. Onun da dinden şüphelendiği noktalar yok değildi. Ama koyu taassubu yüzünden bunları derinleştirmekten korkuyordu. Şimdi, feylesofa döndü. Onun vereceği cevabı dikkatle bekler bir hâl aldı.

      Feylesof bu sefer gülümsemedi. Çatkın, ciddi bir suratla başladı:

      “Felsefe, birçok asırlar dinin yardakçılığını yaptı. Fakat her adımda ayaklarını köstekleyen efendisinin bu uşaklığından artık kurtuldu. İlk zamanların cahil adamları kendilerinden daha cahillere karşı Allah ve din adına hiçbir ölçüye uymayan gülünç yalanları uydurdukça uydurmuşlar. Sonra tefsirciler gelmiş, bunlara daha gülünç kulplar takmaya uğraşmışlar. Kimi, cennetten kovulan Âdem’i Seylan Adası’nda Not Dağı’na, Havva’yı Hicaz civarına indirir. Öteki, buna karşı koyarak başka iniş yerleri gösterir. Sonra iniş tarihinde tarihçiler uyuşamazlar. Sonunda bu tarihin, İsa’dan önce 5584 ve hicretten 6216 yıl evvel olduğu kabul edilir. Görüyor musunuz, aslı faslı olmayan ilk büyük yalanın üzerine yığılan başka yalanlar. Cennet neresi? Onun çamurundan yapılmış bir adam, ara yerdeki yüz binlerce fersahlık havasız boşluklar içinde, boğulmadan buraya nasıl iniyor? Bu adamlar, kâinatı kendi anlayışları derecesinde küçültüyorlar, adileştiriyorlar.”

      Başyazar: “Vakıa, dinlerde safça sözler vardır. Bunlar o zamanlardaki insanların düşüncelerine göre söylenmişti. Onlara başka türlü din telkini yapılamazdı.”

      Feylesof: “Peki, cahiliyet devirlerinde pişirilip kotarılan bu kokmuş aşları yirminci asır insanlarının önlerine nasıl koyuyorlar? Âdem’in yeryüzüne inişlerinin tarihlerinin son rakamlarına bakıyor musunuz? 84 ve 16… Ne bir eksik, ne bir ziyade. Bu uydurma vakanın tarihlerini göstermekteki bu katilik kadar gülünç ne düşünülebilir? Tarihten evvelki zamanlardan söz edecek tarihçiler, prehistorienler tam bilgin olmalıdırlar. Bunların jeoloji, botanik, etnografi, antropoloji, anatomiyi iyi bilmeleri lazımdır. Cennetten kovulan çamurdan yapılma bu bir çift insan hangi dilden konuşurlardı? Tabiatın en çapraşık sırlarını anlayıvermekte dinler için hiç güçlük yoktu. Onlar bir üfürükle çamurları canlandırırlar, başka bir üfürükle istedikleri dilden konuştururlar.”

      Başyazar: “Evet, dinlerin bu anlattıkları pek safçadır. Fakat ilimler, tabiatın esrarı hakkında son sözlerini söyleyebilecekler mi?”

      Feylesof: “Söyleyemeseler de uydurmayacaklardır. İncelemelerinde derin tecrübe usulleri, büyük ihtiyatlarla yürüyeceklerdir. İnsaniyet, herhangi bir hakikat derecesine ancak bu sayede varacaktır. Çamurdan adam ve kadını dinler mitolojisinin müzesine kaldırdıktan sonra, kurulu itikatlardan hiçbirine iltifat etmeden, şimdi bağlantısız, serbest serbest düşünelim. Biz kimiz? Şurada burada kendi kendine yetişir gibi biten ebegümecinin bile kâinat kadar eski bir tarihi vardır. Biz, kendi yaradılış tarihimizi bilmiyoruz. Biz, ne cennetten kovulduk ne gökten indik. Biz, bu toprağın üzerinde doğduk. Bizi yapanlar erkek kadın, iki insandır. Bu insanlar da yine kendileri gibi insanlardan doğmuştur. Şimdi biz cinsimizin başını arayacağız. Nereden başlıyor?”

      5

      Enis Buharî Efendi bu kâfirce sözler karşısında sakalını sıvazladı, sıvazladı. Yüreğinde kıvrılan bir acaba? sualiyle düşünüyor, fakat yine hemen taassup tarafı üstün gelerek düştüğü bu ufacık duralamadan

Скачать книгу


<p>10</p>

Eter: A. Einstein’a kadar, evrendeki tüm boşluğu doldurduğuna inanılan madde. (e.n.)

<p>11</p>

Muta: Veri. (e.n.)