Mendil Altında. Мемдух Шевкет Эсендал

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mendil Altında - Мемдух Шевкет Эсендал страница 4

Mendil Altında - Мемдух Шевкет Эсендал

Скачать книгу

kalkmayı becersin de! Bir çatana17 baştan, bir çatana kıçtan başını açacaklar da denize çıkacak!”

      “Onlar, İngiliz kaptanlarıdır. Nasıl kalkacaklarını senden benden iyi bilirler, korkma!”

      “Kim İngiliz? Osmaniye’nin kaptanı İngiliz mi?”

      “İngiliz ya değil mi?”

      “Değil ya!”

      “E, nedir? Arap mı?”

      “Nenin Arabı, kuyucu Hırvat be!”

      “Yok, devenin başı…”

      Arif, kahvecinin çırağına seslendi:

      “Hüsnü! Ver şu gazatayı.”

      Çırak gazeteyi getirdi. Açtılar. Posta ilanlarına baktılar. Şevki Bey okudu.

      Osmaniye, Çarşamba-Pire, İskenderiye. Kaptan; Petriç.

      “Gördün mü, Hacı Bey!” dedi.

      “Neyi?”

      “Neyi var mı? Petriç İngiliz adına benziyor mu?”

      Hacı Bey düşündü. Petriç bir kasabadır. Belki İngilizler de böyle ad korlar.

      “İngiliz adı olmadığını ne biliyorsun?” dedi.

      Arif, Şevki Bey’e dönerek:

      “Şevki Bey.” dedi. “Bak kuzum, bu ad İngiliz adına benziyor mu?”

      “Benzemiyor.”

      “Benzemiyor ya kime istersen soralım. İstersen, bahse girişelim.”

      “Ben yeminliyim. Bahis tutuşmam. Bildiğimi de kimseden sormam. Sen gemileri bana mı öğreteceksin?”

      “Ben de gözümün gördüğünü kimseden sormam.”

      “Gözün ne gördü? Gemiye bindin, bir yere gittin mi?”

      “Gitmedim. Sen gittin mi?”

      “Ben gitmesem de bilirim, korkma!”

      “A, öyle olunca ben daha iyisini bilirim. Ben yalı uşağıyım, Hacı Bey! Burada doğdum, burada da büyüdüm. Sor bana, Lüid’i, Pake’yi, Rus’u, Mesageri’yi… Hepsini sana birer birer sayayım. Bacasını, forsunu her şeyini… Görmeden düdüklerinden tanırım.”

      “Tanırsan, öt bakalım Romanya gibi.”

      “Ben öterim demedim, tanırım dedim.”

      “Öt bakalım, öt!”

      “Ben mi öteyim? Ötecek olsam şube reisi olurdum…”

      Şevki Bey işin uzayacağını görerek;

      “Arif!” dedi. “Uzatma!”

      “İttihatçılar gelirse görürüm bakalım. Hidiviye ağabeyleri onları kurtarabilir mi?”

      “Kısa kes dedik ya!”

      Arif sustu. Hacı Bey de üstelemedi. Söz de burada kapanmış oldu.

      Kahvede bu yârenlik olurken orada oturanlardan Liman Kâtibi Behçet Efendi’nin yanmış büyük yalı arsasının bir bucağına geçen yıl yaptırıp da daha boyatamadığı küçük yalısının bahçesinde, iki oğlu, on yaşlarında İrfan, yedi yaşlarında Adnan oynuyorlardı. Açık mutfak kapısından kadınların sesleri duyuluyordu. İki kardeş güzel güzel oynarken ne oldu ise birdenbire bir ağlama bir çığlık başladı. Kadınlar korktular, ayaklarında mutfak takunyaları burkularak bahçeye koştular.

      “Ne var, ne oldu?”

      Küçük oğlan, ağlayarak:

      “Bu, benim vapurumu aldı!”

      Kadınlar:

      “Nerede, hangi vapurunu aldı?”

      “Otuz yedi, benim vapurumdu, bu alıyor…”

      Büyük oğlan:

      “Yalan anne, kendisi verdi.”

      “Benim vapurumdu, onun vapuru kırk bir. Versin benim vapurumu.”

      “Allah senin cezanı versin! Ödüm koptu. Yılan mı çıktı dedim.”

      Ablası, İrfan’a çıkıştı.

      “Ne alıyorsun onun vapurunu?”

      “Ben almadım, o kendi verdi.”

      Kadınlar, mutfağa döndüler. Küçük oğlan bu yaygara ile vapuru kurtarmış oldu. Büyük kardeşi de:

      “Alıcı, verici, kanlı gömlek giyici…” diye onu kızdırdı, öç almış oldu.

1912

      İKİ ZİYARET

      1

      Mütekait18 Asker Hekimi Şakir Mustafa Bey, bayramın üçüncü günü, İstanbul’da Çengelköyü’ndeki küçük yalısının selamlık odasında oturuyor, eline geçen, günü geçmiş bir gazeteyi okuyordu. Anadolu kıyısından Boğaz’a çıkan sabah postalarından biri geçti, dalgası rıhtım taşlarına vurdu, kayıkhane içine yayıldı; biraz sonra bir düdük sesi, dağlardan geri geldi. Aradan on dakika geçmeden sokak kapısı vuruldu. Taşlıkta kadın sesleri duyuldu. İstanbul’dan misafir gelmiş olacak! Aradan beş-on dakika daha geçti, bu sefer Doktor’un oturduğu odanın kapısı vuruldu. Doktor’un sesi boğazında düğümlendi, birdenbire “Giriniz.” diyemedi. Öksürdü, sonra:

      “Buyurun!” dedi.

      Odaya, piyade zabiti gibi giydirilmiş küçük bir çocuk girdi. Kapıyı kapadı, döndü, sert adımlarla ilerledi, Doktor’un önüne gelince topuklarını birbirine vurup selam verdi, elini uzattı. Doktor’un elini tuttu, salladı. Sonra, yarım sol etti, yan tarafta duran koltuğa tırmandı oturdu, gözlerini duvarın bir noktasına dikti, öylece hareketsiz kaldı.

      Doktor, bu ziyaretten biraz şaşırmış gibi elinden gazetesini bıraktı, gözlüğünü düzeltti, biraz başını biraz da kaşlarını kaldırıp ziyaretçisine baktı. Ziyaretçi, dokuz-on yaşlarında, fena beslenmiş, kavruk, cılız bir çocuk. Şüphesiz tanıdıklardan birinin çocuğu olacak. Sırtında bir piyade zabiti ceketi var. Başında kabalak, belinde manevra kayışı. ayaklarında getirler, mahmuzlar, yanında da kasatura.

      Doktor düşündü: “Eskiden de böyle özenen ana babalar, çocuklarına kılıçlı, sırma apoletli, yuvarlak püsküllü, kaloşfotin kunduralı bir müşür elbisesi giydirirler, omuzuna mavi boncuklu bir nazarlık takarlar, cebine de çörek otu, üzerlik tohumu korlardı. Yeni moda, müşürleri

Скачать книгу


<p>17</p>

Çatana: Küçük vapur.

<p>18</p>

Mütekait: Emekli.