Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

ve esenlik duygusu içinde yaşamaya başladı: küçük bir odada, her an üzerine yıkılacakmış gibi bir izlenim uyandıran, koca ciltler arasında değil de alabildiğine aydınlık, geniş ve devingen bir görünüm içinde dolaşıyormuş gibi hafif ve mutluydu. Yatağına uzanıp ışığı söndürmesinden sonra bile çevresini gene ansiklopediler sarıyordu: Yusuf Aksu, düşlerinde bile, ansiklopediler arasında buluyordu kendini.

      Ansiklopedilerden uzak kalınca da ister istemez bu geniş ve esenlikli ortamı arıyordu. Örneğin, kimi aydınlık pazartesi sabahlarında, Eminönü-Bebek otobüsünde, annesi, öğretmenliği tutup da kendisine parmağıyla birtakım semtleri, yapıları ve bahçeleri göstererek açıklamalara giriştiği zaman, Yusuf Aksu bu uzam parçalarına, başlığı konulmamış, satırları yerli yerine yerleştirilmemiş sayfalar gibi bakıyor, kolejin kapısından içeri girer girmez, hemen kitaplığa koşuyor, ansiklopedide yerlerini bulup okuyarak onlara gerçeklik ve geçerlilik kazandırıyordu. Şu var ki, kendisi ve annesi bu durumu hiç de öyle kaygı verici bulmamakla birlikte, dışarıdan bakan biri, tıpkı devinimlerini ağırlaştıran kalın ve kat kat çamaşırlar gibi ansiklopedilerin de onu yaşamdan ve insanlardan gittikçe daha çok yalıtladığını düşünebilirdi. Düşünenler de yok değildi. Ancak, o yıllarda kendisini yakından tanımış olanlar ansiklopedilerle yaşamanın Yusuf Aksu’nun nerdeyse doğal koşulu olduğunu, onun bu noktaya yaşamının ilk yıllarında, daha Diderot’nun adını bile duymadan gelmiş olduğunu kesinliyorlardı.

      Sınıf arkadaşları, her pazartesi sabahı okula annesiyle gelen, her çarşamba görüşme saatinde bir ağaç altında ya da bir duvar dibinde annesinin elinden kuş gibi pasta yiyen, her cumartesi eve dönmek için sınıfta ya da bahçede oturup annesini bekleyen, geri kalan zamanını da dalgın profesör yürüyüşüyle sınıfla kitaplık arasında gidip gelmekle geçiren ve nerdeyse donunu bile çift giyen bu ilginç çocuğun bulunmaz bir eğlence kaynağına dönüştürülebileceğini düşündüler; bunu denediler de; arkasından sessizce yaklaşıp çelme takmadan kitabını havuza atmaya kadar yapmadıklarını bırakmadılar; ama Yusuf Aksu, biraz annesinin öğretmen olduğu okulda böyle durumlarla hiç karşılaşmadığı, dolayısıyla şakanın şaka olduğunu anlamadığı, biraz da okulu her şeye karşın sokaktan daha güvenli bir yer olarak değerlendirdiği için, fazla tepki göstermedi; onlar da en ağır ağız şakalarını bile kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen birer açıklama gibi dinlediğini, en tehlikeli ve en yakışıksız el ve ayak şakalarını bile birer doğal terslik gibi karşıladığını, kısacası, hiçbir ataklarına bekledikleri karşılığı vermediğini görünce, açıklanması zor bir yenilmişlik duygusu içinde uzaklaştılar yanından. İçlerinden biri, derslerdeki başarılarını ve öğretmenlerin sorularına verdiği oldukça kısa, ama yaşlı adam konuşmaları gibi bilinmeyen sözcüklerle dolu, düzgün yanıtlarını da göz önüne alarak, daha üçüncü ayda Hoca adını taktı ona, ötekiler de bu adı dakikasında benimseyiverdiler; ama, açıkça görülüyordu ki, kendisine seslenmek için değil, arkasından konuşmak, daha da iyisi, kendileriyle onun arasındaki uzaklığı belirlemek için bulunmuş bir addı bu: artık çoktan aralarından ayrılmış bir insanın adı gibi, en çok da bir benzetme öğesi olarak kullandılar, benzetme yerini buldukça da güldüler. Buna karşılık, benzetmenin kaynağının yanına yaklaşmak ya da kendisiyle bir şey konuşmak zorunda kalmak zamanla hemen hepsinde buz gibi bir ürküntü uyandırdı, elden geldiğince uzak durdular ondan. İlk yıllarda, özellikle ezbere dayalı derslerde çok başarılı bir öğrenci olması nedeniyle, sınavlarda bilgisinden yararlanmak umuduyla kendisiyle dostluk kurmak, en azından yanında oturmak isteyen birkaç dalgacı çıkmadı değil, ama hem kâğıdının üstüne yüzü değecek kadar eğildiğinden, hem tüm sorularını yanıtsız bıraktığından, onlar da çabucak uzaklaştılar yanından. Böylece, kaç yıldır, hiç kimse yanında oturmak istemediğinden, arka sıralardan birinde tek başına oturuyor, bundan da fazlasıyla hoşnut görünüyordu.

      Seçme olanağı bulunsaydı, hiç kuşkusuz daha derin bir sessizliği ve daha köklü bir devinimsizliği yeğlerdi, ama, bahçede küçük bir topa bir an ayaklarını dokundurabilmek için deliler gibi birbirlerini kovaladıklarını, hatta, önlerinde dokunacak top bile olmadan don gömlek koştuklarını, sınıfta olur olmaz şeylere gülüp olur olmaz şeyler söylediklerini gördükçe, kendisininkinden başka türden bir yaratık sürüsünün ortasına düşmüş gibi bir duyguya kapılmasına yol açan bu azgın çocuklar yanına yaklaşmadıkları için mutluydu. Her fırsatta tekmeleyip durdukları toplardan biri üzerine gelecek gibi oldu mu tiksintiyle çekiliyor, kendisi için hiçbir anlam taşımayan devinimlerine küçümseyerek bakıyor, gürültülerini işitmemek için bahçenin en uzak noktalarına gidiyor, burada, kuşları, böcekleri, yaprakları, çiçekleri görmeden, koca ağaçların gölgesinde bir ağaç gibi dikilerek kitabını açıp okumaya başlıyordu. Bazı bazı, uzaktan zilin sesi gelince, ağaçlar arasında bir ağaçken insana dönüşüyormuş gibi irkiliyor, hiç de böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, eski bedeninden kaçar gibi sınıfa koşuyordu. Ama, kimi geceler, yatakhanede, arkadaşlarının gürültüsünden uykusunun kaçtığı zamanlarda, o kadar da aykırı bulmuyordu bu yanılsamayı; tam tersine, bir tür meydan okumayla, kendini kocaman ve yapayalnız bir ağaç biçiminde düşleyerek uyumaya çalıştığı oluyordu. Nereden bakılırsa bakılsın, yaşamı da düşünü doğrulayacak gibi görünüyordu. Ama karanlık mı karanlık bir kasım günü, öğle yemeğinden önceki son derste, Mr. Grey dilek kipini açıklayıp öğrencilerden uygun örnekler isterken, her şey değişiverdi: Yusuf Aksu’nun yalnızlık yaşamı birdenbire benzersiz bir birlikteliğe bıraktı yerini, yani nerdeyse bir tansık gerçekleşti.

      Evet, böyle, o yağmurlu kasım günü, usulca kapı açılıp da yeni bir öğrenci, Yunus Aksu, sisler arasından çıkmış, yarı saydam bir hayalet, kımıldamadan dururken bile sürekli devinirmiş gibi bir izlenim uyandıran, her an her biçime, her renge girebilecek ve her an, nasıl belirdiyse öylece, birdenbire silinip gidebilecek bir düş yaratığı gibi, Mr. Grey’i selamlayıp elindeki kâğıdı kürsüye bıraktıktan ve bir an herkesi şöyle bir süzdükten sonra, yüzünde anlatılmaz bir gülümseme, kendisine doğru gelerek kırk yıllık bir dost gibi elini uzattığı, elini avcuna aldıktan sonra, onu kendine doğru çekerek yanaklarını öptüğü zaman, tüm öğrenciler kahkahalarla güldüler, içlerinden birince hazırlanmış iyi bir oyun karşısında bulunduklarını düşündüler; oysa, daha önce de söylediğimiz gibi, o anda Yusuf Aksu’nun yaşamının en belirleyici rastlantısı ya da, hepsi aynı kapıya çıkar, en kesin zorunluluğu gerçekleşmekteydi. Ancak, ister rastlantı denilsin, ister zorunluluk, tansık yanı daha ağır basar gibiydi. Bu nedenle, tüm sınıf, yeni gelen öğrencinin Yusuf’un ellerini avuçlarına alarak, sanki gırtlağından değil de tininin ve bedeninin derinliklerinden sökülüp gelen bir sesle, “Be… be… ben…” diye başlayıp “Ben Yu… Ben Yu… Ben Yu…” diye yerinde sayarken, birdenbire, tam da gerisini getirmesinden herkesin umudu kestiği anda, bundan böyle tüm kolejin yüz metre öteden tanıyacağı ünlü kahkahanın sınıfta ilk kez patlayışını, belki de “Ben Yu…”ların gerisini beklerken, harcar göründüğü korkunç çabaya kapılarak tüm varlığını onun varlığının yönelimine uydurduğundan, Yusuf’un da nerdeyse aynı anda, nerdeyse aynı kahkahayı koparışını, arkasından, bu kahkaha sözün önündeki engeli az da olsa açmış gibi, Yunus’un “Be… be… ben Yu… Yu… Yunus, Londra’dan geldim,” deyişini, Yusuf’unsa, sesin güzelliği ya da anlamın derinliği karşısında büyülenmiş gibi, “Ben de Yu… Yusuf!” diye yanıtlayışını koca bir yaşamda ancak bir kez görülebilecek bir tansık gibi izledi. Dersten sonra, Yusuf’un Yunus’u yemekhaneye götürüp yanına oturtmasını, Yunus’un da, bahçede, herkesten uzakta, onunla epey bir süre dolaştıktan sonra, yöneticilere giderek yatakhanede

Скачать книгу