Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

da çalışmıyordu, “Hıyarlar, insan ne kadar çok kekelerse, o kadar doğru konuşur, çünkü aralarda düşünür. Bunu anlayamamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diyerek meydan okuyordu onlara. Şu var ki tek kaygısının doğruyu dile getirmek olmadığı da belliydi: çoğu zaman, sözü uzattıkça uzatıyor, onlar için katlandığı özverinin karşılığını almak istercesine, sol elini sol göğsüne bastırıp her konuda uzun mu uzun ayrıntılara dalıyor, her mevsimi meyveleri ve renkleri, her insanı boyu posu, kenti, evi, dostları ve düşmanları, her evi eşyaları ve insanlarıyla anlatmaya girişiyor, sanki sözcüklere ne denli çok başvurulursa, iletişimin o denli olanaksızlaştığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amacı buysa, kanıtlıyordu da: çocuklar, anlayamadıkları bir konuyu sormak için gelmişlerse, ona gene işleri düşeceğini düşünerek dayanmaya çalışıyorlardı; ama, amaçsız bir biçimde bir araya gelmiş olmaları durumunda, söyleşi fazla uzamıyor, kimi, “Yeter! Bundan fazlasını kaldıramam!” diye açıkça sözünü kesiyor, kimi de, sanki gerçek sakatlığı tek elle konuşmakmış ya da el yerinden oynayınca konuşma bitecekmiş gibi, ikide bir sol kolunu çekerek elini yüreğinin üstünden uzaklaştırmaya çalışıyordu; en sonunda, içlerinden biri, uzun bir tümcenin orta yerinde, “Yuyunus, sen adamı öldürürsün: gene çok uzattın!” deyip kalkıyor, yanındakileri de ardına takarak uzaklaşıyordu. Yunus, anlatılmaz gülümsemesinin içinde incecik bir gölge, kısa bir kahkahanın ardından, “Orospu çocukları!” diye haykırıyordu. “Du… du… durun! Bi… bi… bitiyor şimdi!” Çocukların arkasından seğirtir gibi yapıyor, sonra, gene aynı topluluğa seslenir gibi, gene yüksek sesle, ama yalnızca Yusuf’a anlatıyordu öyküsünü. Yusuf’sa, kim bilir kaçıncı kez, güçlü bir akıntıya kapıldığını duyuyordu. Ona öyle geliyordu ki Yunus’un değil sözleri, kahkahası bile her anlama açık bir sözce gibiydi, kimi zaman bir olayı başlatıyor, kimi zaman noktalıyor, kimi zaman olgunun kendisi olarak belirip haksızlık karşısında başkaldırı biçiminde yükseliyor, kimi zaman da tüm anlamları ve tüm tutumları birden üstleniyordu. Açıklıkla dile getiremese bile, kesinlikle seziyordu bunu. Bu nedenle, ötekilerin tersine, dudaklarının her devinimini hayranlıkla izliyordu. Kendisi, eskisi gibi şimdi de fazla konuşmamakla birlikte, her sözcüğü beş tümcenin süresini de alsa, dostunu dinlemekten bıkmıyor, üstelik, o ne söylerse söylesin, doğru ve anlamlı buluyordu. Bir iki deneyimden sonra, çocukların dostunun düşüncelerini alaya almaları karşısında, “Yunus’un söylediği yanlışsa, ne doğru olabilir ki?” diye düşünüyor, onun söylediğiyle, hatta söyleme biçimiyle alay edilmesini gerçeğin alçaltılması olarak değerlendiriyor, biraz da bu yüzden, Yunus’un başkalarıyla iletişim kurmaya çalışması hiç hoşuna gitmiyordu. Başlangıçta, kekelemesinden rahatsız olmasa bile, kekeme olması canını sıkmıştı: söyledikleri incir çekirdeğini doldurmayan bunca insan saçmalıklarını rahat rahat sıralarken, hep doğru, anlamlı ve güzel şeyler söyleyen dostunun üç sözcüklük bir tümceyi karşısındakine iletebilmek için uzun süre elini yüreğine bastırıp gırtlağını paralamasını boyun eğilmesi olanaksız bir haksızlık olarak değerlendirmekteydi. Bununla birlikte, çocukları dostundan biraz da kekemeliğin uzaklaştırdığının ayrımına varınca, daha bir hoşgörüyle değerlendirdi bu sakatlığı. Sonra, iyice alıştı, hatta, bir adım daha atarak, kekemeliği düşünen insanın doğal koşulu olarak değerlendirmeye başladı. En sonunda, gerçekte en rahat olmasa bile, en güzel konuşanın Yunus Aksu olduğunda karar kıldı.

      Şimdi, açıkça dile getirememekle bile, öyle sezinliyordu ki, gerek anadilinde, gerekse ingilizcede bildiği sözcük sayısının herkesin bildiğinin birkaç katını bulması bir yana, kekemeliği, ruhsal ya da bedensel bir aksaklıktan çok, kendine özgü bir konuşma biçimiydi, başka hiç kimseninkinde bulunmayan bir uyumu vardı, bu uyum da, şimdi, soluğunu onun kekelemesine gereğince uydurmayı başardıkça sezinlediği gibi, olsa olsa düşlemin ya da düşüncenin uyumu olabilirdi. Örneğin “Orospu çocukları!” ya da “Hey millet!” gibi kimi sözleri oldukça kolay söylerken, tahtaya kaldırıldığı her seferde, soruyu dinledikten sonra, hiç mi hiç kekelemeden “Çok güzel bir soru!” diyebilirken, çok daha kolay ve sıradan gibi görünen kimi sözcüklerin gırtlağından bir türlü tek parça çıkmaması bundandı belki, başkalarının sözcükleri gibi söylenmek yerine, yeryüzüne doğdukları, ilk kez yaratıldıkları, bir kez yaratıldıktan sonra da bir daha yinelenmedikleri, hep tekil ve özgün kaldıkları içindi. En güzeliyse, onu her dinleyişinde, soluğunu soluğuna uydurup her hecesini onunla nerdeyse aynı zamanda, içinden hecelerken, düşlemi ya da düşünceyi birlikte doğurduklarını, bir başka deyişle, birlikte kekelediklerini sanmasıydı. Bu paylaşım tutkusunun kaçınılmaz sonucu olarak, derslerde olduğu gibi ders aralarında da hep Yunus’un yanındaydı; çalışma saatlerinde, gözleri hep onun dudaklarında, her hecede kafa sallayarak yutarcasına onu dinliyordu. Yunus sesini alçaltmayı başaramadığı için de ötekiler bundan rahatsız olmaya başlıyor, bir süre dişlerini sıktıktan sonra, “Yetti be! Gidin, başka yerde konuşun!” diye bağırıyorlardı. Onlar da, Yunus önde, Yusuf arkada, bahçeye ya da koridora çıkıyor, coşkulu konuşmalarını burada sürdürüyorlardı.

      İki arkadaşın konuşmasından, daha doğrusu, birinin kekeleyip ötekinin dinlemesinden en çok rahatsız olanlardan biri de üç dersinden ikisinde öğrencilere serbest ve sessiz çalışma yaptırtıp birinde yaşamın zorluklarından yakınan coğrafya öğretmeni Naim beydi, ikide bir “Hey ikizler, kesin sesinizi!” diyor, biraz sonra yeniden başladıklarını görünce de “Hey, ikizler, ya susun, ya dışarıya buyurun!” diye bağırıyordu. Kendisinin kumral, Yunus’un nerdeyse sarışın olmasına, üstelik kendisinin yanında onun boyunun bayağı kısa görünmesine karşın, Yusuf Aksu Naim beyin bu nitelemesinden çok hoşlanıyor, hemen her işitmesinde, kısa bir süre için de olsa, Yunus’un kardeşi olduğunu düşlüyordu.

      Ne olursa olsun, Yusuf Aksu yaşamında en çok düşü o günlerde gördü, nerdeyse tüm düşlerinde de Yunus’la birlikte ya da tek başına kekeler gördü kendini, zaman zaman, insanlarla konuşurken, örneğin annesine okulda geçmiş bir olayı ya da ansiklopedide okuduğu bir açıklamayı anlatırken, kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı; hatta, bir kez, tarihten sözlüye kalktığında, tahtada ders anlatırken, Yunus gibi kekelemeye başladı; çocuklar kahkahalarla gülerek duruma uygun atasözleri sıraladıkları zaman, kızacak yerde, bundan gurur duydu; üç dört gün sonra, annesi, birkaç kez üst üste, “Oğlum, senin konuşman değişti! Hasta mısın, nesin?” deyince de bayağı sevindi: kekeme değildi kuşkusuz, ama, olgunun adını koyamamakla birlikte, kekemeliği bir iççağrıya dönüştürmeye başlıyordu. Sonuçta dinlediklerinden belleğinde çok güzel bir düşün tadı dışında çok az şey kalsa bile, onun için konuşmaların en güzelinin Yunus’un kekelemesine katılmak olduğu kesindi: bir gün, annesine anlatmaya çalıştığı gibi, insan düşünüyordu onu dinlerken, uslamlamasının çevrimine girip onunla birlikte ilerliyor, Yunus en yaygın sözcükleri bile içinde bir yerlerden söke söke çıkarırken, onu dinlemiyormuş da söylediklerini onunla birlikte söylüyormuş gibi bir duygu içinde yaşıyordu.

      Bunca zamandır böylesine düzgün konuşmuşken, birdenbire başlayan bu kekemelik tutkusu bir neden mi, yoksa bir sonuç muydu? Öğretmeninden öğrencisine, herkes ondan uzak durmaya çalışırken, şu okulda dört yıl süresince herkesten uzak durmuş olan Yusuf’u yalnızca kekemelik mi çekiyordu bu Yunus’ta? Daha ilk karşılaşmalarında, ilk ve en yakın arkadaş olarak kendisini seçmesi mi, kekelemesi mi, hepsinin bir araya gelmesi mi, yoksa bambaşka bir şey mi? Daha önce de belirtildiği gibi, Yusuf Aksu hiçbir zaman doyurucu bir yanıt bulamadı bu soruya. Yalnız, özünü pek de iyi kavramamakla birlikte, ocak ortalarında bir perşembe akşamı, Yunus’un ağzından, yakınlıklarının bir nedeni daha bulunduğunu öğrendi.

Скачать книгу