CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ATES ETME ISTANBUL. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ATES ETME ISTANBUL - Celil Oker страница 17
Tabancadan kurtulunca biraz daha rahatladığımı hissettim. Aşağı doğru yürümeye devam ettim. Buralarda olacaklarını tahmin etmiyordum ama yine de başım dik, sağı solu kolaçan ederek ilerledim. Firdevs Işın ve atkuyruklu misafiri elbette ortalarda yoktu. Ben olsam ben de olmazdım dedim içimden.
Sonra kötüsü gelirse ne olur diye hesaplamaya başladım.
Evet, eve gelmiştim. Evet, Firdevs Işın’a Begüm Kalyon’un nerede olduğunu bilip bilmediğini sormuştum. Neden mi? Ben bir özel dedektiftim. Hani şu tartışmalı 1994 tarih, 3963 sayılı kanuna göre çalışan bir özel dedektif. Şu anda da söz konusu kanunun 19. maddesinde yazılı görevlerden b bendindeki “kaybolmuş ya da adresi bilinmeyen kişilerin bulunması, adreslerinin tespit edilmesi” görevini ifa etmeye çalışıyordum.
Evet, yasalara saygılıydım. Eve ev sahibinin izniyle girmiş, sorularımı sormuş, aradığım Begüm Kalyon’un nerede olduğunu bilmediğini söyleyince çıkıp gitmiştim. Evet, bir kahvesini içmiştim.
Hayır, yatak odasına girmemiştim. Ne işim vardı bekâr ve yalnız yaşayan genç bir “bayanın” yatak odasında? Hayır, jaluzi ben ayrıldığımda yerinde duruyordu. Herhalde yani, dikkat etmedim. Biri sökmüş olsa görürdüm herhalde.
Müşterim kim miydi? Kızın nişanlısı. Birkaç gün ortalarda görünmeyince, telefonu açmayınca bana müracaat etmişti. Ücrette anlaşmış, işi kabul etmiştim. Firdevs Işın’ın adresini bana veren oydu. Doktordu kendisi.
Hayır, kızı bulamamıştım… Elbette, İstanbul’dan ayrılmazdım.
İstanbul’dan ayrılamazdım. Evet. Ayrılamazdım, yemin ederim.
İstanbul ara sıra ateş ederdi bana, ara sıra da ben ona ateş ederdim. Verdiğini alırdım, aldığını verirdi. Pisliğini kusardı üzerime, hiçbir aikido çalışmasında beceremediğim mükemmellikte “tenkan”larla savuştururdum. Gırtlağından pislik, yarım sindirilmiş zenginlik artıkları fışkırırdı, kaldırıma sıçrardım. Elini uzatırdı, parmaklarımı sayardım çektiğimde.
Nereye gidersem gideyim İstanbul’u peşimden sürükleyeceğimi bildiğim için hiçbir yere gitmezdim. Bir vakitler gitmiştim. İstanbul peşimden gelmişti. Gitmekten vazgeçmiştim ben de. Böylesi daha az yorucuydu.
Yok, İstanbul’dan ayrılmam. Memur Bey, Ekip Amiri Bey, Grup Amiri Bey, Büro Amiri Bey. Ayrılmam. Ayrılamam. Siz ayrıl deseniz de ayrılamam.
Şu kızı bulmalıyım. Ne tür bir belaya bulaştığını öğrenmeliyim ki yatakta sırtüstü heykel gibi yatan kıvırcık saçlının neden öldürüldüğüne ilişkin iyi kötü bir fikrim olsun. Olsun ki kötüsü gelirse başımı beladan kurtarayım.
İstanbul’un tıka basa doldurduğu Vuitton çantasından çıkaracağı bir sonraki kötülüğe kadar…
6. BÖLÜM
Cebimden sigara paketini çıkardım. İçindeki son sigarayı dudağıma iliştirdim. Paketi buruşturup Quaresma’nın topuk pası benzeri bir hareketle otoparkın sınırlarını belirleyen tel örgünün dibinde birikmiş çöp yığınına doğru yolladım. Sigaramı yaktım.
Ortalıkta polis araçları falan görünmüyordu.
Tempomu ağırlaştırarak kaldırımda yürümeye devam ettim. Köşedeki levhaya göre Beşiktaş’a doğru yürüyordum. Ama önce Fulya vardı.
Dünyada karıştığı cinayetin ayrıntılarını akşam televizyondan, ertesi gün gazetelerden öğrenecek olan tek özel dedektifin ben olduğumu düşünerek ilerledim. Yatakta yatan adamın adını, mesleğini, evinde bulunduğu genç kadınla ilişkisinin boyutunu benim yerime polisler, acar muhabirler bulup çıkaracaktı. Ben onlardan öğrenecektim. Kendi gözlerimle gördüklerimle birleştirecektim.
Hadi bakalım.
Caddeye indim. Arka arkaya dizilmiş, okulların dağılma saatini bekleyen öğrenci servislerinin önüne geçtim. Yukarıdan gelen ilk boş taksi ya tipimi ya sigaramı beğenmedi, geçti. Sonraki durdu.
Arkaya geçtim.
“Taksim,” dedim.
“Sigara abi,” dedi. “Söndürsen. Vallaha ceza yazıyorlar.”
“Tamam koçum,” dedim.
Taksim Meydanı’nda inene kadar etrafı seyrettim. Buradan bakınca İstanbul’un keyfi yerindeymiş gibi görünüyordu. Kimse kimseyi vurmuyordu. Kimse kimseye sapı güçlendirilmiş bisturiyi gösterip cep telefonunu istemiyordu. İşler yolunda gibiydi.
Kalabalığı içim çekmediği için Fransız Konsolosluğu’nun vize kapısının sokağından saptım. Devasa demir kapının önü boştu. Umumi tuvalet tarafına hiç bakmadım. Aşağıdaki sokaktan sola döndüm, adını vermeye utandığım otelime doğru yürüdüm.
Resepsiyon boştu. Otelin gündüz nöbetçisi, gece nöbetçisi, concierge, muhabbet tellalı, uyuşturucu dağıtımcısı, icabında polis muhbiri Emre Yeğenoğlu’nun bütün gün seyrettiği küçük televizyon kendi kendine konuşuyordu. Yırtıklarından alttaki beyaz dolgu maddesi görünen deri koltukların pencere yanındakine oturdum.
Biraz yoruldum mu diye sordum kendi kendime. Taksim otel yürüyüşünden değil. Bütün gün olanlardan. Haftalar boyu yalnızca boğazımdan aşağı biraz yiyecek ve alkol dökmek için çıkmıştım dışarı. Beynim uyuşuk, dolaşıyordum. Bir tek Emre Yeğenoğlu’yla konuşuyordum. Uzun boylu zekâ gerektirmiyordu bunu yapmak. Esprilerine gülüyordunuz, mesele halloluyordu.
Emre Yeğenoğlu resepsiyon masasının arkasındaki kapıdan çıktı. Kemerini sıkıyordu. Sağa sola baktı. Beni gördü. Gülümsedi kendi kendine. Geriye döndü. Kapıdan içeri doğru seslendi.
“Gel, gel…”
Kapıdan civciv sarısı saçları ve göbeğini açıkta bırakan bluzuyla nerede görseniz tanıyacağınız bir kadın çıktı. Belden aşağısını tabak gibi ortada bırakan pembe bir tayt giymişti. Kolunda gece ışıklarında yıldız gibi parlayacak boncuklarla süslü bir çanta vardı.
Bana baktı bakmasına ama üstümde durmadı. Taytını yukarı çekti boştaki eliyle.
“Hadi bebeğim, bay bay!” dedi otelin camı kırık kapısından çıkarken.
Emre Yeğenoğlu bana baktı. Suratında muzaffer bir sırıtışla. Sesimi çıkarmadım. Tezgâhın arkasındaki yerine oturdu. Televizyona bir göz attı. Gördüğünü beğenmemiş gibi suratını ekşitti. Göremediğim bir şeylerin